26 Haziran 2012 Salı

Düzgün Olamıyorum

İnsanlar ve durumlar için kullandığımız "jilet gibi, çok düzgün, muntazam"  gibi kelimeler var. Bir insanın muntazam göründüğünü söylediğinizde karşı tarafın beyninde; “saçıyla başıyla, giysisiyle, seçtiği sözlerle, ses tonu ve vurgularıyla” doru yani duruma göre  uygun olan bir görüntü canlanıyor. Ütüsü bozulmamış lekesiz en pırılından giysiler, sağlıklı duygularını uluorta ortaya serpmeyen bir ses tonu, çevresel şartlara uygunluk ve tüm bunların beraberinde hatasız bir kelime buketi ile bu kusursuz komposizyonu tamamlayan davranışlar bütünü....  Böyle insanlar var gerçekten; “her yerde nasıl davranacağını bilen; elini kolunu yerli yersiz kullanmayan asla gaf yapmayan, küfür etmeyen, eğreti durmayan” mükemmel kişiler. Çoğu zaman klas bir makyaj yapmış kadınlar geliyor gözümün önüne bu prototipi düşündüğümde; “rimeli ve göz kalemi bozulmamış, göz altları hafifce aydınlatılmış, suratında mutlaka fondöten olan, tırnakları bakımlı_ojeleri kusursuz sürülmüş, giysisi uygun ve nötr” kadınlar. Evinde hiçbir sorunu olmayan, tesisatları her zaman sorunsuz çalışan, çocukları çalışkan ve ödev yapmaya hevesli ve tabi ki  hayatlarının aşkı kocaları da onları sürprizlere boğan mutlu kadınlar. Bir amerikan filmi edasında dolaşıyorlar etrafımda, müstehzi gülümseyerek.

Oysa ben bir türlü düzgün olamıyorum; oldu ki bir an oldum bu sefer düzgün kalamıyorum.. Bir tarafım hep yamuk hep eğri duruyor tahtarevelli misali. Yakamı düzeltirken paçam yamuluyor. Tam sakinim artık derken birden çığrından çıkmış kontrolümü yitirmiş buluveriyorum kendimi.

Suratımda bütün duygularım bana eşlik ediyor gün boyu; hafif dikkatle bakan bile anlayıveriyor olup biteni.. Yok birşey, iyiyim desem kaç yazar, herşey ortadayken! Evimde hep bir dağınıklık var, toplayıp toplayıp düzeltemediğim. Atıyorum atıyorum atacaklarım bitmiyor;  hep birşeyler fazlalık... Yerli yerinde durmayan objelerim var benim; yerlerini bulamıyorum. Aynı anda herşey çalışmıyor evimde, çalışırsa sigortalar atıyor. Dağınık desem dağınık değil; bir düzen var bu düzensizlik içinde... Giysilerim aynı hizaya giremiyor dolabımın içinde ... Ve birşeyim hep kayıp. Kaybettiklerimi unutuyorum zamanla;  bulduğumdaki şaşkınlığım bir garip. Çocukca bir saklambaç benimkisi; eşyalarım saklanıyor ve ben arıyorum.  Yakalayan "sobe" diyor; ben gülüyorum.

Üstüm başım desen ayrı bir dert. Ya bir leke  ya bir kırışıklık olmazsa olmazım... Ne  takım elbiseler giyebiliyorum ne de birbiriyle uyumlu renkler. Takım elbise giymem gereken bir fotoğrafta gözlerimi kapatıyorum mesela; elimden ne kadar gelirse o kadar karşıyım ahenge. Ahenk olduğunda ya da düzen bir kaşınma basıyor derin derin; küçük kızarıklıklar oluşuyor cildimde; bir nevi alerji benimkisi doğuştan beraberimde getirdiğim.. Ciddi görünümlü klasik bir elbisenin üzerine pembe çerçeveli gözlük takasım var benim.  Ruhum pırpır ediyor hep; uçtu uçacak gibi yerinden.

Yaşım geldi kaça; ama hayal kuruyorum sürekli. Ciddi, büyük ve olgun davranışlardan sıkılıyorum.  Hep daha ileride ciddi olmalıymışım gibi geliyor. Bu yaşta böyle olmalı fasafisolarına göre davranamıyorum. Ruhum ne derse, nasıl isterse öyle yapıyorum. Aksi durumda nefes alamıyorum.  “Ama artık şöyle olmalı, böyle olmalı ....” diye başlayan cümlelerde kulaklarım sağırlaşıyor  birdenbire; hiçbirşey duyamıyorum ve  alerjim depreşiyor..
 
Büyük büyük laflar edip sonra ben değiştim artık böyleyim diyorum. Şaşıranlar sorgulayanlara gülüp geçiyorum. O lafları ederken öyle düşünüyordum gerçekten; şimdi böyle.. Yalan değil hiçbiri. Aferin size eğer hiç değişmediyse kararlarınız yüz yıldır ama ben sürekli değişiyorum! Hayatın içinde gelen herşey başımın üstünde kendine güzel bir yer buluyor.

“İdare etme“ durumunu beceremiyorum. Biri fikrimi sorduğunda, fikrimi olduğu gibi söyleyiveriyorum. Kimseyi kırmak istemem ama fikrim neyse onu da söylemeden edemem. Bazen problem yaratıyor bu durum; nedenini hala anlayamıyorum. Biliyorum insanlar çoğu zaman teyit ister sizin gerçek fikrinizi değil; ama onlar bana açıkça "beni teyit eder misin?" diyene kadar fikrimi söylemeye devam edeceğim ben.


Sözleri çok fazla önemsiyorum. İletişim biliminde sözlerin jestler ve beden diline göre çok düşük bir öneme sahip olduğunu söylüyorlar bilimsel verilere dayanarak; bunun gerçek nedeninin kelimelerin önemi değil, onları gerçek anlamlarında kullanmayan insanlar olduğunu düşünüyorum. Ben kelimeleri gerçek anlamlarında kullanıyorum; bedenime ve mimiklerime bakmayabilirsiniz beni anlamak için.
   
Cümlelerim devrik, öznelerim kayıp ve tümleçlerimle uyumsuz çoğu zaman. Ama anlamlarım mecaz değil; olduğu gibi gerçek. Öfkem  ve gözyaşlarımı kontrol edemiyorum her zaman. Sevgim de biraz dengesiz,  kabul etmek gerekirse.... Yemeklerim lezzetli fakat estetik açıdan güzel değiller. Giysilerim ruhumun renginde;  bu yüzden bazen uyumlu bazen uyumsuz.   

Özeniyor muyum, kıskanıyor muyum bilmiyorum “düzgün kişilere”.. Bir ayrık otu gibi kalabiliyorum hiç rahatsız olmaksızın... Genel geçer kurallara manik-depresif bir dirençle karşı durmaktan mutlu oluyorum. Takım çalışmasına da ayak uyduramamam hep bu yüzden. Ayrık otlarının da dünyadaki diğer herşey kadar  bir faydası vardır mutlaka. Sağcılarla solcu, solcularla sağcı gibi konuşuyorum. Oysa stilize edilmiş ideolojilere hiç inanmıyorum ben.

Düzgün olamıyorum, düzgün kalamıyorum ben..

 

14 Haziran 2012 Perşembe

Bir Düğme Diktim

İlkokulda şiir denemeleri yazıyordum. Okuma-yazma öğrenir öğrenmez yazmaya başlamıştım. Muhtemelen şiir yazmak o zaman ve o bilgi kapasitesiyle daha kolay gelmişti. Şiir’in çocuk dilindeki anlamı, kafiye ve kısa cümleler demekti sadece. Duygularımı ifade etmek istiyordum bunu da en iyi şiirle yapabiliyordum. Öğretmenime sevgimi, bayramları ve mevsimleri şiirle anlatıyordum. Dinçer adlı bir arkadaşım şiirlerimi başka kitaplarda okuduğunu benim onları çaldığımı iddia ediyordu herkese. Muhteşem şiirler değillerdi bence;  yani kitaplarda basılmayı haletmiyorlardı; ama iddia iddiadır. İnsanda şüphe uyandırır. Önce sinirlenmiştim ve kavga etmiştim onunla sonra başedemeyince boşverdim Dinçer’i. Şiirlerimi ben yazıyordum, iddia Dinçer'in problemiydi. Bir süre sonra  benden çok o önemsiyordu bu durumu, dert edinmişti bunu ispatlamayı.. Kitabı arıyor ama bir türlü bulamıyordu. O gün “iddia” kavramının üzerine bir düğme diktim.
Lise yıllarında çalışkan ama yaramaz biri olarak defalarca okul idaresinin bulunduğu odaya girdim çıktım. Bir seferinde bir arkadaşımla beraber  bir suç işlemeksizin idarenin yolunu tutmuştuk; herhangi birşey olmuştu ceza gerektirmeyen. Odadan tam çıkmak üzereyken “komik olmayan şakalar” yapan müdür yardımcısı yine komik olmayan bir şaka yaptı ve ben ona arkam dönükken hiç tutmayı öğrenemediğim ağzımla “salak, hiç komik değilsin” dedim;
arkadaşımla beraber kıskıs gülmeye başladık.  Müdür yardımcısı  gülmemizden şüphelenip bizi yanına geri çağırdı  “ne dediniz?” dedi. İkimiz de susuyorduk,  ben acayip korkuyordum. Arkadaşım ağzını açıp benim söylediğimi itiraf edebilirdi ama etmedi. Daha sonra takip eden günlerde defalarca idare odasına çağrıldık anonslarla; arkadaşım her seferinde beni korudu. Ona itiraf edebileceğini, benim suçum olduğunu söyledim.  Bunu söylerken kabul etmesinden çok korkmama rağmen bedelin bana ait olduğunu bildiğim için ısrar ediyordum. Herseferinde susmayı sürdürdü.. Müdür yardımcısı duyduğu şeyden emin olamadığı için bizi suçlamaktan vazgeçti ve affetti. O gün arkadaşını kendi konforun yada mutluluğun  için  feda edebilirsin kavramının üzerine bir düğme diktim.
İlk patronum bana bir sohbetimizde "ne bekliyorsun hayattan?" diye sordu... Direkt bir soruydu ve direkt net bir cevap bekliyordu. Yani yönetici olmak veya işimde uzmanlaşmak gibi genel ifadeler değildi beklediği. Köşeye sıkıştım alelacele birşeyler uydurdum hiç düşünmediğim geleceğimle ilgili. Bir kaç soruda tüm planımı altüst etti olgun ve bilge tavrıyla beraber. Masal gibi birşeydi anlattığım ama kendimle ilgili bir masal... Anlatırken “ama olamaz şundan dolayı” diyerek kendi kendimi yalanlıyordum bir taraftan. Arka arkaya bir sürü bahane saydım planlarımın peşi sıra.  Komik bir monolog oldu özetle; kendim söylüyor kendim yalanlıyordum. O sadece “bunun için ne yapıyorsun?” ya da “neden” diyordu ve bütün plan suya düşüyordu. Kendimle ilgili planlarım masal kadar gerçekçiydi ve olacağına ben bile inanmıyordum. Sadece "şikayet dinlemekten kimse hoşlanmaz" dedi. O gün şikayet etme ve bahane bulma kavramının üstüne  bir düğme diktim.
Bir gün olayı,  özneleri ve kronolojiyi hatırlamadığım birşekilde; insanların her durumda ve şartta konuşmayı sürdürdüklerini fark ve idrak ettim. Yakın çevremizdeki ve etki alanında olduğumuz Toplum kitlesi sürekli konuşuyordu. Aile, arkadaşlar, iş ortamındakiler sürekli birşeyler diyordu... Bazen kakafonik bazen de birbirlerinin etkisine kapılıp tek bir tonda ve ağırlıkla negatif anlamlar yüklenmiş ifadeler kullanarak sana durmaksızın bir şeyler söylüyorlar. Eleştiriyorlar, hareket alanını kısıtlıyorlar, yargılıyorlar_ceza veriyorlar, gülüyorlar, ayıplıyorlar ve nadiren destekliyorlar ve övüyorlar. İşin en komik kısmı insanlar sana senin hayatının şartlarıyla konuşmayı hiç önemsemiyorlar. Seninle ilgili şeylerde seni yoksayarak bu nedenle çoğu zaman seni kırarak ve hırpalayarak düşüncelerini paylaşıyorlar. İnsanlar kendi acılarını, kendi söyleyemediklerini, kendi kırgınlıklarını çoğu zaman seninle hiç ilgisi olmayan yaraların sızısını senden çıkartmaya çalışıyor, konuşarak. Söyledikleri sana değil seninle ilgili değil bu yüzden. Bunu farketse de yine de bazen kırılıyor insan. Bunu farkettiğim an insanların söylediklerini duygularıma karıştırma kavramının üzerine bir düğme diktim.
Dört beş yıl önce sevdiğim bir yakınımı kaybettim. İnsanların özellikle sevdiklerimin ölebileceğini fark ve idrak ettim. Sevdiğim biriyle tartışırken ve öfkemi kontrol etmekte zorlanırken onun ölebileceğini  düşünüp tartışma konumuzun sevdiğim kişiyi kaybetmekten önemli olup olmadığını tartmaya başladım. O kadar çok tartışmayı yapmaktan vazgeçtim ki....  O yanımda veya değil farketmez yaşıyor olması önemli eğer benim ona olan sevgim gerçekse tabi ki....  Gerçekten çok gerekli değilse tartışmamaya özen gösterdim. Gereksiz tartışmaların ya da gerçek nedeninden sapmış kavgaların üzerine bir düğme diktim.
Bir Sevgilimi kıskandığım için hem sevgilime hem de onu kıskandığım kişiye utanç verici şeyler söyledim. Saatlerce ağladım. Birşeyler fırlattım... Çok acı çektim. Ağlamaktan baygın düştüm, uyuyakaldım... kalktığımda banyoda aynaya baktım. Gördüğüm şey ben değildim. . Bir canavardı... Kıskançlığımın üzerine ve insanlar üzerinde hak iddia etme kavramının üzerine birer düğme diktim.
Kendim üzerinde bir deney yaptım.. İki ay hiçbir kişi hakkında negatif bir kelime söylememeyi hedefledim. Deneyin sonucu: İlk günler o kadar zorlandım ki kendimi engelleyemiyordum; freni boşalmış araba gibiydim. Her cümlede bir negatif betimleme.. Fren sıkışlar tekrar edip çoğaldıkça bunun nasıl beni kapladığını farkettim. İlk günlerki zorlanmam günler geçtikçe azalmıştı. Aklımdan geçen negatif cümlelerin sayısı da azalıyordu. Son günlerde artık aklımdan geçen negatif sıfatlar yerini ferah bir boşluğa bıraktı. Bu kadar kötü bir kelime dağarcığını nasıl edindiğimi bilemiyorum... Ama değişebileceğimi biliyorum. Negatif sıfatlarımın üzerine bir düğme diktim.
Düğme bebekler gibi bir şey canlanmış olabilir yazıyı okurken gözünüzde... Düğme diktiğim her kavram beni ruhumu ve özümü ağırlaştıran kavramlar ve aslında benimle ilgili olmayan şeyler... O kavramları tamamen yok etmiş ve onlardan kurtulmuş değilim ve zaman zaman düğmelerin ipi gevşiyor ve düğme düşecek gibi oluyor..Eğer farkına varırsam ipleri çözüp tekrar dikiyorum... Bir sürü canavar duygu, içimizi kemiriyor günbegün.   Daha küçücük  bir çocukken düştüğümüzde etrafa bakıyoruz bir gören oldu mu diye! Yaramıza bakmadan önce etrafa bakmamıza neden olan tüm öğretilere sonuma kadar karşıyım. Haklı mücadelem devam edecek...