16 Ağustos 2012 Perşembe

Hikayeci

Kum fırtınalarının yılın büyük bölümü için olağan sayıldığı; hiçbir kervanın mecbur kalmadıkça uğramadığı; çölün tam ortasında çölrengi evlerin olduğu bir köy varmış.. O kadar küçük o kadar sıradanmış ve o kadar önemsizmiş ki; bir adı yokmuş.. Hakkında konuşanlar  çölün ortasındaki köy dermiş. Nüfusu her nesilde giderek azalan bu köyün tamamen yok olmasına çok az kala bir tarihte;  tam da bir kum fırtınası çıkmışken ve bu yüzden herkes evine kapanmışken; bir misafir çıkagelmiş. Misafirin adı; Dera imiş.
Tüm köye hakim tek bir tepe varmış.. Dera,  o tepedeki küçük bir kulübede yaşamaya başlamış, ufak tefek bazı düzenlemeler yaptıktan sonra. Köylüler, fırtına dinip evlerinden çıktıklarında o evine çoktan yerleşmiş bile.... Dera, yiyecek birşeyler bulmak için köye inip  sokaklarda dolaşırken  annesini babasını kısa zaman önce hem de bir kaç hafta içinde arka arkaya kaybeden Zel’i görmüş.  Zel, kayıplarını yollarda ararmış o günden beri. Küçücük köyde bir aşağı bir yukarı yürür dururmuş, yorulduğu yerde yere çöker biraz uyur; sonra yarı aç yarı tok yürümeye koyulurmuş.  Kadın Zel’in yarasını görmüş, konuşmaya başladıklarında. İstersen demiş evim yeter ikimize; yürümeye devam et  istediğin gibi ama yorulunca benim tepedeki kulübeme gel. Zel, kadını erzak satan köylünün evine kadar bırakıp; gitmem gerekiyor diyerek ayrılmış yanından... “Biraz yürüyeyim ben..” Kadının köye niye geldiği, ağızdan ağıza katmerlenerek ve farklılaşarak yayılmış azıcık zamanda. İki gün içinde herkes kadının varlığını öğrenmiş çoktan.  Köyün kadınları toplanıp Dera’nın kulübesine gitmişler; hem hoşgeldin demek için hem de kim olduğunu anlamak için...
 Sohbet nasıl başlamış, nasıl derinleşmiş, neler anlatılmış kimse hatırlayamamış evine döndüğünde. Ve kimseye anlatamamışlar kadını sevdiklerini.. Dera,  “siyah feracesinin altında, upuzun boylu, dimdik yürüyen, sürmeli gözlü, sert hatları olan ama sert olmayan aksine güçlü bir çekime sahip, güven dolu bir ses tonuyla” hikayeler anlatmış köyün kadınlarına. Bir hikayenin sonu bir başkasının başı olurken; bazen de bir hikayede bahsettiği önemsiz bir kahraman bir başkasında başrolde oluyormuş. Kadınlardan biri böyle önemsiz bir kahramanın başrol olduğu utanmayla ilgili bir hikayede ağlamaya başlamış sarsılarak. Dera, sözüne devam etmiş hiç ara vermeden. Köylüler, kulübede misafirin anlattığı hikayeleri dinlerken binbir ruh haline bürünüp neredeyse akşamleyin çıkabilmişler evlerine gitmek üzere..

Dera, bir hikaye anlatıcısıymış yaşı ve adı olmayan...  Köy köy dolaşıp insanları etrafına toplar hikayeler anlatırmış günler ve geceler boyu... Güçlü fiziksel görüntüsünün aksine incecik zarif parmakları ve biçimli elleri varmış. Hikaye anlatırken elleri hep havada eşlik edermiş anlattıklarına. Gözlerinde çok yaşanmış bir mutluluk, derin bir bilgelikle ışıl ışıl bakışlar varmış. İnsan gözgöze geldiğinde ya gözünü kaçırmak istermiş hemen; ya da saatlerce bakmak.  İnsanlığa dair herşeyden sevgiyle bahsedermiş. Dinleyicilerini hiç zorlamazmış sessiz kalmaları için; çıt çıkmazmış o konuşurken.
Büyü gibi tılsım gibi bir bağ kurulurmuş aralarında. Hikayeleri dinleyenler başkasına anlatamazlarmış; anlatmaya çalıştıklarında unutuverirlermiş herşeyi.. Rüya gibi birden silinir gidermiş hikayeler... O hikaye anlattıkça fiziken de büyürmüş giderek devleşirmiş.... Sesinin titreşimleri ağırlaşır ağırlaşır gözle görülmeye başlarmış neredeyse...  Sesi ve gözleri iyileştirirmiş yalnız ya da huzursuz ruhları... Öfkeli olanlar sakinleşirmiş, umutsuzlar mutlanırmış onu dinlerken.... Elleri büyülermiş dinleyenleri.. elleri takip ederken zaman nasıl geçip gidermiş çölde. Sadece ellere  bakarak da anlaşılabilirmiş söyledikleri.
Dera, bir köyde  yaraları sarıp herkesle konuştuktan sonra öyle çok fazla kalmazmış... Çölü bir baştan bir başa gezmiş dolaşmış böyle dura-konuşa... Tüm bu yol boyunca anlattığı her hikaye de  birbirinden farklıymış üstelik.  Adsız köyün sakinleri, kadını dinlemeye yemeklerle içeceklerle gelirlermiş.. Saatlerce çoluk çocuk, genç-yaşlı, akıllı-deli, mülayim-huysuz dipdibe otururlar göz kırpmadan ve gık çıkarmadan büyülenmiş gibi onu dinlerlermiş... Hikayeleri dinledikçe küsler barışmaya başlamış, kavgalar azalmış, köylüler birbiriyle konuşmaya başlamış ve bir müzik çalmaya başlamış köyün üzerinde. Dera, bir sürü hayattan bahsedermiş hikayelerinde; köylüler merak edermiş  “bunları kendi yaşamış olabilir mi?” diye. Bu kadar hikaye yaşayan biri nasıl bu kadar hafif olabilir peki ? 
Herkes gelmiş gitmiş bir tek Zel gelmemiş uzun süre Dera’nın kulübesine. Neredeyse bir ay sonra bir gün yollarda yürürken insanların onun hakkında konuştuklarını duymuş kız. Efsane gibi birinden bahsediyormuş gibi abarttıkça abartıyorlarmış. Zel merakına engel olamamış tepeyi tırmanmış ve kulübeye gitmiş. O kapıyı çalmadan daha; Dera çıkıvermiş karşısına.. “Hoşgeldin” demiş “geç bir soluklan.” Huysuz ve üzgün Zel geçmiş oturmuş divana.. Dera, yemek koymuş, şerbet koymuş  yer sofrasına.  “Ben yemek yiyecektim , bana eşlik edersen çok sevinirim” demiş. “Olur” demiş sadece kız. Ama o kadar açmış ki hızlı hızlı yemiş bitirmiş herşeyi.  “Sen neden geldin buraya; buraya hiç kimse gelmedi yıllardır.. Herkes gidiyor buradan.. Annemle babam da gittiler hatta.”  Dera, “Ben de bir yerden gittim ve buraya geldim; burdan gidenler de bir yere vardılar. Dünya bu düzen üzerinde durur ayakta. Bir yere varmak ister herkes, günü gelince sen de gideceksin bir yere”  “Olabilir” demiş kız. “Herkes senden bahsediyor, köy çok değişti geldiğinden beri.. Geçen gün köyün delisinin bile akıllıca birşeyler söylediğini duymuşlar. Ben de merak ettim, ne yalan söyleyeyim... Ne anlatıyor ki bu kadar saatlerce dinliyorsunuz diye sordum bir arkadaşıma. Hiç birşey hatırlayamadı ve anlatamadı.” “Hiç hikaye duymadıkları için ilginç geliyorum onlara. Burada kalabilirsin Zel istediğin kadar, hikaye başlayınca dinlemek istemezsen gidersin, ben hiç önemsemem” demiş misafir.  Zel,  biraz utanmış, biraz sıkılmış ama kalkıp gidememiş kulübeden. Sessiz kalmış saatlerce divanın üzerinde sonra da uyuyakalmış. Kalktığında kuş gibi hafiflemiş ayakları.. Bir aydır yürümekten yorulmuş ayakları yenilenmiş kısacık uykuda. Dera, köylülerin gelmek üzere olduğunu söylemiş; istersen çık gez dolaş gece olunca gelirsin yine uyumaya demiş. Zel “yok” demiş  “dinlerim ben de hiç hikaye dinlemedim hayatımda.” Zel o akşam duyduklarından büyülenmiş, annesi saçlarını okşadığında hissettiği şeyi hissetmiş, içi ısınmış sanki.. Ne güzel şeymiş hikaye dinlemek.. Bu misafir nereden biliyormuş bu kadar şeyi.. Nerelere gitmiş, kimlerle tanışmış , neler yaşamış... Adını bile duymadığı ülkelerden bahsediyordu! Nasıl gitmiş ki oralara acaba, korkmamış mı hiç? Dera anlattıkça, Zel tılsımlanıyormuş; giderek derinleşen bir tılsıma kapılıyormuş. Ellerini farketmiş bir an. Sözler kadar etkileyici elleri takip ederken oyun oynar gibi sevinmiş. Bir bardak soğuk şerbet içmiş gibi olmuş.  Eller bazen yükseliyor, bazen alçalıyor, bazen yumruk oluyor, bazen kuş kanadı gibi yumuşacık açılıyormuş... Ellere kaptırınca kendini sesi ve sözleri duymaz olmuş. El hikayeyi kendi dilinde anlatıyormuş ve kulak yerine gözüyle dinliyormuş Zel onu.  
Gece olmuş ama kimsenin kalkmaya niyeti yokmuş misafir birden susana kadar. Sessizlik çığlık gibi apansız düşüverince kulübenin ortasına;  bittiğini anlamış herkes ve yavaş yavaş sessizce çekilip gitmişler kulübeden evlerine gitmek üzere.  Zel,  uyuyakalmış onlar giderken.
Günler, geceler ve bir mevsim geçmiş.  Zel, Dera’nın dizinin dibinden ayrılamamış. Çok konuşmuşlar, çok susmuşlar... Zel’in öfkesi, üzüntüsü ve yürüme isteği sakinleşmiş. Konuşmak kadar susmak da iyi gelmiş ve yürümek kadar durmak da. Dera, gövdesinde koca bir mıknatısla yaşıyormuş sanki herkesi çeken ve dinlendiren ...  Zel, ona hırçınca davrandıkça onun aynı sakinliği koruması Zel’i sakinleştirmiş. “sen insansın Zel, böyle deniz gibi dalgalanman çok doğal, neden kızayım bunun için” demiş.. Zel bir gün ” bana kızdınmı geldiğim ilk günler yaptıklarım yüzünden”  diye sorduğunda.  Denize kızılır mı hiç, ben deli miyim?
Güçlü bir kum fırtınasının olduğu bir sabah Dera, Zel’in yanağından öptü durup dururken.. “Ben gidiyorum; akşama doğru yola çıkacağım” dedi. “Sen burada kalırsın, büyüdün artık.” Ben ne yapacağım burada?  diye çok kısık bir sesle sordu kız; hiçbir hak talep edemeyeceğinin farkında olduğu için daha fazla birşey söylemedi... Yarı duyulur yarı içinden “ben de gelebilir miyim?” dedi sadece. Ben gidiyorum diye gitmemelisin Zel; gerçekten gitmek istediğinde gitmek istediğin yere gideceksin zaten. Sen burda kal ve hikayelere devam et.  Merak etme, herkes söylediklerini dinleyecek, onları mutlu et. Köyüne güzel bir ad koy.”
Daha da kısık bir sesle “ben hiç hikaye bilmiyorum ki” dedi Zel. Ne anlatacağımı onlara nereden bileyim  ben ? Ben hikaye ne demek onu bile bilmiyordum seni tanımadan önce”
Misafir, onun ağlamaya başlayacak titreyen sesini tanıdı ama söyleyeceklerinden de  vazgeçmedi  “Zel, herkesin anlatacağı bir hikaye vardır. Önce en iyi bildiğinden başla kendi hikayeni anlat onlara. Anlattıkça çoğalacak herşey hiç merak etme. Yürüyen kızın hikayesini anlat.”  
Göz gözü görmüyordu misafir köyden ayrılırken. O akşam gelenler Zel’i dinlediler; yürüyen kızın hikayesini.
   

14 Ağustos 2012 Salı

Arnaut Kioi

Aslı, dünya gezegeninde, kuzey yarım kürenin ortalarında bir yerde;  yazları sıcak, kurak ve nemli; kışları yağışlı ve ılık geçen; en çok yağışı sonbaharda alan; denizin ortasında ve üç tarafı denizle çevrili iki yarımadanın, birtürlü  kavuşamadığı bir şehirde doğmuş.. Bugünden tam otuz yıl önce yine böyle soğuk bir günde, saatler süren bir sancıdan sonra, uzun bir solukta doğuvermiş hemen sonra da ebeler tarafından annesinin kucağına verilivermiş.  Başlamış ağlamaya... Zavallı annesi, ne yapacağını bilememiş kucağındaki bu ilk çocuğuyla; ne nasıl tutacağını biliyormuş bir bebeği; ne de neden ağladığını anlayabiliyormuş. Aslı ağladıkça annesi de ağlıyormuş; etraftakiler ikisini de susturamamışlar...  Aslı, annesinin anneliği öğrenme çocuğuymuş. Anne, onda öğrendiklerini diğer iki çocuğunda uyguladıkça annelikte ne kadar yol aldığını anlamış; bu ilerleme çevredeki kıdemli anneler tarafından da saygıyla takdir edilmiş.  Annelik, sahip olunan değil  sonradan öğrenilen bir bilgiymiş. Bu durumda, ilk çocuklar da öğrenme tahtası olurmuş malesef.. Aslıyla annesinin arasında bu nedenlerden biraz sitemkar, biraz yaralı ama pek bir kıymetli bir bağ varmış. Annesi Aslı’yı büyütürken, Aslı da annesini büyütmüş; onu “büyük bir anne yapmış”. Aslı, büyürken arada sırada annesinin onaylamadığı şeyler yapsa da; annesine asla tam olarak karşı çıkamamış;  annesi de bazen içi içini yese ve doğru olmadığına emin olsa bile kızının aldığı kararlara açıkca  karşı çıkmayı yakıştıramamış hiçbir zaman kendine. Anne kızın arasındaki ses tonu yükselir yükselir de bir yerde asılı kalakalırmış; daha yukarıya çıkmak ölümcül bir yasakmışcasına ikisi de susarlarmış. Sesleri daha fazla çıkamazmış, en ağır ceza gönül koymakmış..
Aslı’nın doğduğu şehirde binlerce yıldır yüzlerce medeniyet, peşpeşe ve bazen üstüste yaşayagelmiş; bu farklı kültürlerin, tüm sosyal, psikolojik ve felsefi  kalıntıları üstüste birike birike çok kalın bir “fosil_ geçmiş” oluşturmuş; doğal olarak bu toprakta yaşayanlara da bol miktarda kafa karışıklığı miras kalmış, karışık geçmişlerinden yadigar... Yadigar, kıymetli birşeymiş öyle kolayca atılamazmış; bir işe yaramasa hatta fazla yer kaplasa bile tutar götürürmüşsün gittiğin yere.. Kadınların yadigarları daha da fazlaymış bu topraklarda... Vitrinlerdeki anılı biblolar gibi omuzlarında da kendi geçmişlerinin yanısıra ananelerinin geçmişlerini de taşırlarmış... Sırtlarında bir dolu yadigarla yaşarlarmış; bu yüzden bu ülkede dimdik yürüyebilen az kadın varmış. Aslı da biraz kamburmuş.  
Kadınlık bilgisi denilen şey “hem ekmek, reçel gibi şeyleri yapabilmeyi, hem az şeyle çok şey elde etmeyi, hem de herşeyi  ve herkesi idare edebilmeyi”  kapsarmış. Bu çerçeve, o kadar genişmiş ki içine herşey sığabilirmiş.  Aslı, kendi payına düşen yadigarları uzun bir süre omzunda taşısa da bir süre sonra taşıyamaz hale gelmiş... İnsan hayatının “gençlik” olarak tanımlanan döneminde endişelere ve korkulara gark olmuş.  Hep bir becerememe hissi eşlik etmiş yaptıklarına; yapmak istediklerine.
Aslı, az gitmiş uz gitmiş ve hiç istemediği bir hayata varmış; durup ne istediğine vakit bulamadığı için de hayatında ne istediğini bir türlü bilemiyormuş; sadece “bu değil” diyebiliyormuş, yaşadığı hayata bakıp. Kafası karıştıkça karışmış, bir gemici düğümü olmuş soruları.. Hayatını değiştirmek için  küçüklü büyüklü çeşitli girişimlerde bulunmuş,  girişimleri başarısızlıkla sonuçlanınca ısrarcı da olamamış, biraz başaramayınca geri adım atılmalıymış bu gezegende, daha fazla kaybetmemek için. “Başarılı olmak, alkışlanmak, kazanmak” önemliymiş... Aslı’nın içi bunların hep tersini söylemiş oysa bunca yıldır; ama ailesi, arkadaşları, yöneticileri o kadar gürültü yapmışlar ki, o cılız ses ortaya çıkamamış çok uzun süre.
Birşeyden vaz geçmek kolaymış ama yorarmış insanı tekrar ettikçe bir süre sonra... Vazgeçmek yerine başlamamayı tercih edermiş birçok insan bu nedenle büyüdükçe.. Aslı da durmuş bir süre;  hiçbirşey yapmadan.  Tuhaf alışkanlıklar edinmiş durduğu zaman içinde, pek önemli bir faydası olmayan zararlı alışkanlıklar.....
Aslı’nın ayakları da huzursuzmuş içi gibi... O, uyurken ruhunda endişeler ve bastırdıkları ayaklanırmış ve ayakları hareket edermiş durmaksızın. Bu yüzden uykular rahatlatamazmış onu, aksine yorgun kalkarmış sabahları. Aslı, bir türlü bilemezmiş düğüm olmuş sorularının doğru cevaplarını, aldatılmaktan ödü patlarmış ve komik kararlarını yüksek sesle dile getirmekten çekinirmiş fazlasıyla;  herkesin kolayca üstesinden geldiği kadınlık rollerinde kötü bir oyunculuk sergilediğini dşünür ve bu yüzden kendi kendini  cezalandırırmış durup durup sözleriyle. Aslı, evlilik ve anneliği gözünde büyüttükçe büyütür ve altından kalkamayacağı başaramayacağı şeyler haline getirirmiş. Bu yüzden hep mesafeli kalırmış bu olasılıklara.. 



                                
Aslı, gölgelerin ışığa ağır geldiği bir akşam üstü, en sevdiği yer olan odasında, yatağın üzerinde uzanıp kitap  okurken uyuyakalmış..  Sıcak bir rüyanın kollarına düşmüş ... Mor bir gezegende uyanmış.. Kollarından tutup onu sürükleyerek bir yere götürüyormuş iki turuncu renkli yaratık... Filmlerden bildiği uzaylı formasyonuna uygun; kafasının tepesinde kulakları olan, saçları ve göz kapakları  olmayan turuncu renkli bu yaratıklar dışında etraftaki herşey mor floresan rengindeymiş... Aslı, yarı baygın olduğu için ağzını açıp tek kelime bile edemiyormuş. Sürüklenmesine rağmen parmaklarının ucunda uçuyor gibi hissediyormuş. Turuncu yaratıklar Aslı’yı bir masanın (ameliyat masası tabi ki) üzerine yatırmışlar, “az sonra uyuyacaksın Aslı” demişler bilmediği ama her nasılsa anladığı bir dilde.  Aslı, elinin üzerine serum gibi birşeyi enjekte ettiklerini görmüş son olarak, şeffaf parlak bir sıvı varmış ilaç olarak. Uyumamak için zorlasa da kendini, bunu başaramamış, göz kapakları yapışmış gibi sımsıkı kapanmış. Rüya içinde rüyaya düşmüş birkez daha ve bu sefer daha da derinine... Rüyasında bir ses duyuyormuş mor bir karanlığın içinden yumuşak bir sesle konuşan. Yine az önceki yaratıklar gibi bilmediği ama anladığı bir dilmiş konuşulan. “Aslı Arnoit Kioi’ye hoşgeldin.  Burası hafiflik gezegeni; herşey gerçek ağırlığındadır burada.. Biz, hiçbirşeye gerekenden daha fazla değer vermeyiz. Üzerimizde bize ait olmayan hiçbir kodlama yada ön bilgi barındırmayız. Sadece kendi hayatımızı yaşarız. Şuan damarlarına bir silici ilaç zerk ediyoruz, bu ilaç senin bir hafta boyunca tüm kodlarını silecek, toplumsal kodların olmaksızın bir hafta geçireceksin.. Bu deneye katıldığın için sana minnettarız. İlk olarak Arnoit Kioi bilim merkezinde uyanacaksın, yarı baygın halinden ikinci kez kendi odanda uyandığında sıyrılacaksın.. Sakın korkma!  
Aslı, sıçrayarak uyandı. İlk iş elinin üzerine baktı;  kırmızı  küçücük bir delik vardı elinde.. Arnaut Kioi’ye gitmiş miydi gerçekten? Yoksa bu kırmızı delik şimdi farkettiği başka birşey miydi? Emin olamadı ama kafası da karışmadı.. Yataktan kalkarken içini kemiren geçmişini ve ona atalarından miras kalan başkalarının geçmişlerini yatakta bıraktı. Aslı olarak kalktı yataktan. Suratında bir sırıtma hissi vardı, ağzı kulaklarına doğru uzuyor gibiydi.. Kucağından yere düşen kitabı yukarı komidininin üzerine kaldırdı. Güzel bir duş aldı, iyice ferahladı. Kısa şifon bir elbise giyerek sokağa attı kendini. Aslı, sevgilisini aradı yürürken, telefon açılır açılmaz;  “artık evlensek mi?” dedi.. Karşı taraftan şaşkınlık ve sevinçle karışık tuhaf sesler geldi. Sevgili şaşırdı duyduklarına ama Aslı emindi evlenmek istediğine, içini taradı hızlıca, en ufak bir şüphe yoktu. Aslı,|annesine karşı bir türlü sahip çıkamadığı ilişkisini en içinden gelen kelimelerle ifade ederek sahiplendi. Annesinin gönlü razı oldu bu ilişkiye, duyduklarına inanınca. Aslı, sevgilisini huzursuzluğuyla rahatsız etmekten vazgeçti, en mutlu ilişkisine böylece kavuşmuş oldu.
Aslı, yıllardır şikayet edip durduğu  işini kabullendi. Şikayet etmesinin bıçak gibi kesilmesine arkadaşları inanamadılar. Ama o fazlasıyla emindi yeni aslından. Aslı, hayallerindeki işe doğru ilerlediğini o zamana kadar da hayatını bu geçici işte geçireceğini biliyordu artık. Önündeki herşey netleşmişti bir anda. Korkuları ve korkaklığı yakasını bırakmıştı sonunda.
Yolda yürürken birden içinden şarkı söylemek geldi . Önce içinden söylediği şarkı yürüdükçe sesli hale gelmeye başladı. Aslı, şarkı söyleyerek yürümeyi alışkanlık haline getirdi. Geceleri rüyalar görmeye başladı, sabahları da hafiflemiş uyanmaya.  Hiç şüphe duymuyordu artık sevdiklerinden...
Bir hafta, bir  mevsim, bir yıl geçti ama Arnaut Kioi’de kaybettiği geçmiş ketleri Aslı'nın yoluna çıkmadı bir daha. Aslı erdi hafifliğine, geçmiş çekildi kör yuvasına... 
    

    

7 Ağustos 2012 Salı

An'ları Öldüren Fotoğraf Makinesi

Dünyanın önemli mozaik müzelerinden birinde bir kadın elinde önemli miktarda paraya satın aldığı fotoğraf makinesiyle kamburu çıkmış ve her halinden amatör,  bu işe yeni heveslenen biri olduğu anlaşılır bir vücut duruşuyla “böyle durumlar için en sevdiğim kelime; eğreti” fotoğraf çekiyor. Birbirimize yakın belirli bir mesafeyi koruyarak geziyoruz müzeyi bu tanımadığım kadınla.  Kadın hiç bir mozaiğe bakmıyor. Açıyı kontrol ediyor , ışığı ayarlıyor, komposizyona bakıyor  ve fotoğraf çekiyor. Birara  önüne bakmadığı ve makinede olmayan diğer gözünü de kapattığı için düşecek gibi oluyor. İşte tam bu anda mucize gibi çok ilginç birşey gerçekleşmiş oluyor; kadın gezmediği bir müzenin fotoğraflarını çekmiş oluyor.  Bazen böyle mucizeler gerçekleşebiliyor hala... Analitik düzlemde imkansız gitmediğin gezmediğin yaşamadığın bir yerin fotoğrafını çekebilmen; ama hayat analitik değil işte her zaman...
Fotoğraf anı yakalayan; ileride dönüp baktığımızda o anı anımsamamıza yardımcı olan bir şeytan icadı... Eski fotoğraflara bakıp eski günleri hatırlamaya kalktığımda nerdeyse hepsinde çok mutluyum, çok eğleniyorum.. Ne depresif günlerim var, ne agresif sabahlarım, ne beklemelerim, ne sabırsızlığım ne de umudumu tamamen yitirdiğim ve kendimi yalnız hissettiğim anlar albümlerimde. Bir parti havasında geçmiş bu albümsel geçmişim benim hatırladığımdan çok farklı...  
Bir sürü sahne çekilip sonra montajlanan ve çoğu sahnesi kesilen filmler gibi kesip biçip bir montaj yapıyoruz albümlerde.. Kötü oyunculukları çöpe atıyoruz hemen.. Kimse görmesin hatta ben bile unutayım o anları.. En güzel sahneler kalsın geriye ve sadece bu sahneler paylaşılsın izleyicilerle...  Sokakta alelade yürürken, dondurma yerken ve üzerime akan kısmını silmeye çalışırken, bisikletten düşüp dizim kanarken, ağlarken, korkarken, utanırken  biri fotoğrafımı çekmek istese bağırır kaçardım herhalde.. Gelecekte bu anı  hatırlamak istemezdim.. Zaten kimse de böyle birşey yapmadı da;  şimdilerde yapsa mıydı acaba diye düşünüyorum? Bu pozlar dışında nasıl mimiklerim var benim? Doğal halimde gülerken nasıl görünüyorum? Yüzüm ne kadar değişti büyürken, bakışlarım ve de? Yemek yaparken nasıl görünüyorum, ailemin yanında, sevdiğimin yanında nasıl değişiyor görüntüm?  Sevindiğimde nasılım? Fotoğraflarda bahsi geçen kişi gerçek kişinin bir kopyası hem de iyi bir kopyası ama gerçek kişi değil... albümlerdeki de bizim gerçek geçmişimiz değil; önemli miktarı süzülmüş yavan ama şık bir yemek gibi  sadece;  çok açken karnını doyuramayacağın türden ama füzyon ve üstelik havalı bir isme sahip bir yemek. 
 Mutlu olduğumuz fotoğraflar kadar çok sayıda mutluymuş gibi olduğumuz anların fotoğrafları var bir de... Bir iki üç gülümse, çekici görün yada en azından mutluymuş gibi... Anında duygu halini değiştir al sana bir fotoğraf çekme hikayesi... Şimdi bu eylemi niye yapıyoruz; gerçekten anlayamıyorum... O an fotoğraf çekinmek istemiyoruz biri bizi bir fotoğraf karesine itiyor ve biz sırıtıyoruz.. Sonra o fotoğrafa baktığımızda hiçbirşey hissetmiyoruz o an’ın kendisiyle ilgili; çünkü o anı biz yaşamamışız.
Dünyadaki bütün insanların çeşitli ülkelerde farklı insanlarla aynı pozları var.. tüm dünya aynı şekilde gülüyor, eğleniyor, dansediyor, yemek yiyor olabilir mi? Hepimizin yolda yürümesi aynı; mutluluğumuz aynı... Bulaşıcı virüs gibi tüm dünyada aynı duygu ifadeleri yayılıyor günden güne... Tatile gidip fotoğraf çekmek yüzünden tatil yapamayan insanlar, dinlenemeden dönüyorlar tatilden.. En güzel pozu çekmeye çalışmak yoruyor herkesi... güzel çıkmayanlar hemen siliniyor.. Konsere gidip konseri daha sonra hiç izlemeyeceğin halde  videoya çekmek; doğa olaylarını belgeselci edasıyla fotoğraflamak, insanlığa armağan edecekmiş gibi her bir kayda ayrı ayrı özenerek çalışmak... Kendin ve arkadaşlarından modeller yaratmak ve katalog çekimi yapar gibi pozlar yakalamaya çalışmak...
Objektifin arkasına geçip gerçekle arana bir perde koyuyorsun, kaçırıyorsun..  Güzel komposizyonlar yaratmaya çalışıyorsun çarpık hayat malzemelerinden... Bir insanın elini kolunu nereye koyacağını bilememesi çok güzelken, manken gibi beline koymasını sağlayıp poz verdiriyorsun...  
Eğer çok güzel bir dolunay varsa ve de önemli bir fotoğrafçı/ gazeteci falan değilsen dolunayı izlemek daha keyiflidir onun fotoğrafını  çekmekten.. Dolunaya odaklanmak iyi gelir üstelik kararsızlıklarına.. Sebepsiz vapura binip boğaza bakmak güzeldir; fotoğrafını çekmekten bile güzeldir. Köprüye uzaktan bakmak, köprünün üzerinden uzağa bakmak kadar heyecan verir insana... Uçaklar insanlığa inancını güçlendirir. Banka oturup denizi koklamak iyi gelir iç kurumalarına.. Anı yaklamak için uğraşmana gerek kalmaz an’ın fotoğrafını çekmekten vazgeçersen.