26 Aralık 2012 Çarşamba

Ne Garip Adam

Eve yakın sahildeki kayalıklara babamla balık tutmaya gitmiştik; çok yorulmuştum saatler sonra dönerken...Babam önde ve ben arkasında yürüyorduk yavaş yavaş.. Eve tam gelmek üzereyken birden karşımızda görüvermiştik onu. Nereden geldiğini anlayamamıştık ya da nereden düştüğünü..
Uzun mu uzundu;  belki de boyu  iki metre bir adamdı....onu ilk gördüğümde birden fonda şarkılar çalmaya başladı,  60'lardan insanı ayağa kalkıp dansetmeye zorlayan bir şarkı ve yorgunluğum uçtu gitti. Yüzümde anlamsız bir şaşkınlık ve sırıtmayla "hoşgeldin Güliver" dedim. Denizden yeni çıkmış gibi iyot kokuyordu. Saçlarının arasında balıklar yüzüyordu. Teni şeffafa yakındı sanki elim içinden geçebilirmiş gibi gelmişti.

Güliver'i bulmuşum karşımda bırakır mıyım kolay kolay.. Hadi bize gel dedim, önce güzel bir kahvaltı ederiz sonra da bu sepetteki balıkları yeriz. Sessiz kalınca, gelsin diye yerlere attım kendimi, dövünmeye başladım, son sahne olarak da ağlamaya, üstelik hıçkıra hıçkıra. En iyi bildiğim oyundu bu....Güliver kaldı yanımda.

Elini kolunu ağır ağır sallardı yürürken; saçları  omuzlarına dökülürken hiç tarak değmemiş gibi uçuşurdular özgürce. Güliver, bu dünyaya nereden geldin sen? Uzayda hayat vardı, o bir uzaylıydı. Mahçup mahçup kısık bir sesle konuşurdu herkesle, kocaman boyu ufalırdı herkesin karşısında. Mahcubiyeti utandırırdı.


Gözleri, yüzyılın hikayelerini saklardı. Yüzyıl yaşamış çilli yanakları olan bir çocuk gibiydi. Yüzyılın gürültüsü sakinliğini bulurdu sesinde. Ben Güliver'i takip ederdim peşisıra, gittiği her yerde.

Az konuşurdu çok anlatırdı. Bu dünyaya ait değilmiş gibiydi her haliyle. Elleri kocamandı; uzun ince parmakları bir çocuk gibi saklanacak yer arardı kendilerine. Başbaşa geçireceğimiz kısa anları kovalardım nefes nefese; onun bir gün ülkesine döneceğini billirdim. Bunu eğrelti durmasından anlardım; yerleşmeye yanaşmamasından bir de... Bilirdim elbet bilirdim de bilmezden gelirdim. Telaşlanırdım geçen her an'la beraber. Konuş derdim Güliver, bana diğer dünyalardan bahset. diğer dünyalardaki masalları anlat. Küçük prens evine dönebildi mi sonunda?

Ben küçücük dünyamın sıkıcılığından bunalmışken, birden bire çıkıvermişti karşıma. "Ne garip adam" betimlemesi kadar iyi ifade edemiyor onu başka sıfatlar... Tanıdığım en garip adamdı ve bir de en uzun.

Hep üzerinde yediklerinin izi kalırdı, bir de düşünceleri okunurdu yüzünden. Son zamanlarda evini ne kadar özlediğini okuyordum gözlerinde. Elleri hep arkasına saklanıyordu. Uzun ince silueti bir gölgeye dönüşmüştü.

 Bir gün uyandığımda gitmişti çoktan...Yatağında kocaman izi kalmıştı. Saçlarında balıklar yaşayan Güliver'in uyku izi kalmıştı. Bir de şarkı çalıyordu odasında...


10 Aralık 2012 Pazartesi

Hangisi Daha Yorucu?

İnsan konuşmaya başlayınca bir süre sonra gerçek olmayan şeyler de söylemeye başlayabiliyor. Gerçeğe tutunup sadece doğru kelimelerden oluşan cümlelerle sürdüremiyor sözlerini. Bunun nedeni belki bir süre sonra dillendirmek istemediğimiz, çekindiğimiz gerçeklere değinmek zorunda kalıvermemiz. Bastırıp yoksaydığımız ya da olmasını varsaymak istediğimiz şeylerden bahseden içimizdeki "ilkel ben"imizin ortaya çıkıverdiği anlar; istesek de kurtulamadığımız...

Potlar, patavatsızlıklar, boş bulunmalar, istenmeden ağızdan çıkıveren kelimeler... Hepsi bizi bize götürmek isteyen ipucu, küçük ekmek kırıntıları..

bir rüya görmüştüm birkaç yıl önce. O dönem çok istediğim birşeyin gerçekleştiğini görüyordum düşümde... Rüyamda bile yok olmayan mantığım bu bir rüya diyordu, düş_vurgunu diğer yanım "iyice hissedersen hafızana kazırsan bu anı; olaylar gerçekmiş gibi kazınır hafızana" diyordu. Rüyamı ellerimle, beynimle hissetmeye çalışıyordum, büyük bir umutla. Rüyamın kokusunu, ısısını ve renklerini hissetmeye çalışıyordum rüyamda varolmaya çabalıyordum.

Rüyadaki gibi gerçekle_düşün birbirine değdiği ve bazen birbirine karıştığı anlar var.. Bir çırpıda saçmalık diyip geçebileceğimiz ya da üzerinde takılıp kalabileceğimiz. Gerçek, sözlükte yalan olmayan diye açıklanırken; ben bu anların gerçek olmadığını düşünemiyorum... Benim gerçeğim, yalan değil.

sürekli kontrol altına alamaya çalıştığımız içsel kölemiz uzun uzun kurulan cümlelerde birden beliriveriyor ve kafamızdaki "idea"lar söze giriyor. Hem kendimizle hem de insanlarla ilgili bilinen gerçeğe biraz uzak tanımlamalarımız başlıyor. İnsan konuşurken beyninde bir yerde cılız küçük harflerle "bu söylediklerin doğru değil ki?" diyen sağlıklı çalışan bir yerler var. Ama o cılızlık duymamıza engel oluyor.

sürekli içini kontrol etmek ve dışardan nasıl görünüyorumu düşünmek mi yoksa olduğun halle barışmak mı daha kolay. İkinci seçenek kolay olmasa da daha kısa sürede tamamlanabilen ve toplamda daha az yorucu birşey. Bir başkası gibi davranmak ama o bir başkası olmamak vücutta sürekli bir gerilime, elektriğe neden oluyor çünkü. İçindeki söylemler ağzından çıkanlardan farklı oldukça potlar kırıyorsun, kötü rüyalar görüyorsun, ruhun hastalanıyor, bahar yorgunluğundaki gibi uykun geiyor durup durup.. Sen bunları görmezden geliyorsun... Ta ki bir gün görmek zorunda kalana kadar...

Aynanın iki tarafından da kendine bakmak, gözlerini etrafını görmek kadar içini görmek içinde kullanmaya başlamak daha az yorucu.

Rüyalarım ve sözlerimi serbest bırakıyorum... Onları azad ediyorum.

16 Ağustos 2012 Perşembe

Hikayeci

Kum fırtınalarının yılın büyük bölümü için olağan sayıldığı; hiçbir kervanın mecbur kalmadıkça uğramadığı; çölün tam ortasında çölrengi evlerin olduğu bir köy varmış.. O kadar küçük o kadar sıradanmış ve o kadar önemsizmiş ki; bir adı yokmuş.. Hakkında konuşanlar  çölün ortasındaki köy dermiş. Nüfusu her nesilde giderek azalan bu köyün tamamen yok olmasına çok az kala bir tarihte;  tam da bir kum fırtınası çıkmışken ve bu yüzden herkes evine kapanmışken; bir misafir çıkagelmiş. Misafirin adı; Dera imiş.
Tüm köye hakim tek bir tepe varmış.. Dera,  o tepedeki küçük bir kulübede yaşamaya başlamış, ufak tefek bazı düzenlemeler yaptıktan sonra. Köylüler, fırtına dinip evlerinden çıktıklarında o evine çoktan yerleşmiş bile.... Dera, yiyecek birşeyler bulmak için köye inip  sokaklarda dolaşırken  annesini babasını kısa zaman önce hem de bir kaç hafta içinde arka arkaya kaybeden Zel’i görmüş.  Zel, kayıplarını yollarda ararmış o günden beri. Küçücük köyde bir aşağı bir yukarı yürür dururmuş, yorulduğu yerde yere çöker biraz uyur; sonra yarı aç yarı tok yürümeye koyulurmuş.  Kadın Zel’in yarasını görmüş, konuşmaya başladıklarında. İstersen demiş evim yeter ikimize; yürümeye devam et  istediğin gibi ama yorulunca benim tepedeki kulübeme gel. Zel, kadını erzak satan köylünün evine kadar bırakıp; gitmem gerekiyor diyerek ayrılmış yanından... “Biraz yürüyeyim ben..” Kadının köye niye geldiği, ağızdan ağıza katmerlenerek ve farklılaşarak yayılmış azıcık zamanda. İki gün içinde herkes kadının varlığını öğrenmiş çoktan.  Köyün kadınları toplanıp Dera’nın kulübesine gitmişler; hem hoşgeldin demek için hem de kim olduğunu anlamak için...
 Sohbet nasıl başlamış, nasıl derinleşmiş, neler anlatılmış kimse hatırlayamamış evine döndüğünde. Ve kimseye anlatamamışlar kadını sevdiklerini.. Dera,  “siyah feracesinin altında, upuzun boylu, dimdik yürüyen, sürmeli gözlü, sert hatları olan ama sert olmayan aksine güçlü bir çekime sahip, güven dolu bir ses tonuyla” hikayeler anlatmış köyün kadınlarına. Bir hikayenin sonu bir başkasının başı olurken; bazen de bir hikayede bahsettiği önemsiz bir kahraman bir başkasında başrolde oluyormuş. Kadınlardan biri böyle önemsiz bir kahramanın başrol olduğu utanmayla ilgili bir hikayede ağlamaya başlamış sarsılarak. Dera, sözüne devam etmiş hiç ara vermeden. Köylüler, kulübede misafirin anlattığı hikayeleri dinlerken binbir ruh haline bürünüp neredeyse akşamleyin çıkabilmişler evlerine gitmek üzere..

Dera, bir hikaye anlatıcısıymış yaşı ve adı olmayan...  Köy köy dolaşıp insanları etrafına toplar hikayeler anlatırmış günler ve geceler boyu... Güçlü fiziksel görüntüsünün aksine incecik zarif parmakları ve biçimli elleri varmış. Hikaye anlatırken elleri hep havada eşlik edermiş anlattıklarına. Gözlerinde çok yaşanmış bir mutluluk, derin bir bilgelikle ışıl ışıl bakışlar varmış. İnsan gözgöze geldiğinde ya gözünü kaçırmak istermiş hemen; ya da saatlerce bakmak.  İnsanlığa dair herşeyden sevgiyle bahsedermiş. Dinleyicilerini hiç zorlamazmış sessiz kalmaları için; çıt çıkmazmış o konuşurken.
Büyü gibi tılsım gibi bir bağ kurulurmuş aralarında. Hikayeleri dinleyenler başkasına anlatamazlarmış; anlatmaya çalıştıklarında unutuverirlermiş herşeyi.. Rüya gibi birden silinir gidermiş hikayeler... O hikaye anlattıkça fiziken de büyürmüş giderek devleşirmiş.... Sesinin titreşimleri ağırlaşır ağırlaşır gözle görülmeye başlarmış neredeyse...  Sesi ve gözleri iyileştirirmiş yalnız ya da huzursuz ruhları... Öfkeli olanlar sakinleşirmiş, umutsuzlar mutlanırmış onu dinlerken.... Elleri büyülermiş dinleyenleri.. elleri takip ederken zaman nasıl geçip gidermiş çölde. Sadece ellere  bakarak da anlaşılabilirmiş söyledikleri.
Dera, bir köyde  yaraları sarıp herkesle konuştuktan sonra öyle çok fazla kalmazmış... Çölü bir baştan bir başa gezmiş dolaşmış böyle dura-konuşa... Tüm bu yol boyunca anlattığı her hikaye de  birbirinden farklıymış üstelik.  Adsız köyün sakinleri, kadını dinlemeye yemeklerle içeceklerle gelirlermiş.. Saatlerce çoluk çocuk, genç-yaşlı, akıllı-deli, mülayim-huysuz dipdibe otururlar göz kırpmadan ve gık çıkarmadan büyülenmiş gibi onu dinlerlermiş... Hikayeleri dinledikçe küsler barışmaya başlamış, kavgalar azalmış, köylüler birbiriyle konuşmaya başlamış ve bir müzik çalmaya başlamış köyün üzerinde. Dera, bir sürü hayattan bahsedermiş hikayelerinde; köylüler merak edermiş  “bunları kendi yaşamış olabilir mi?” diye. Bu kadar hikaye yaşayan biri nasıl bu kadar hafif olabilir peki ? 
Herkes gelmiş gitmiş bir tek Zel gelmemiş uzun süre Dera’nın kulübesine. Neredeyse bir ay sonra bir gün yollarda yürürken insanların onun hakkında konuştuklarını duymuş kız. Efsane gibi birinden bahsediyormuş gibi abarttıkça abartıyorlarmış. Zel merakına engel olamamış tepeyi tırmanmış ve kulübeye gitmiş. O kapıyı çalmadan daha; Dera çıkıvermiş karşısına.. “Hoşgeldin” demiş “geç bir soluklan.” Huysuz ve üzgün Zel geçmiş oturmuş divana.. Dera, yemek koymuş, şerbet koymuş  yer sofrasına.  “Ben yemek yiyecektim , bana eşlik edersen çok sevinirim” demiş. “Olur” demiş sadece kız. Ama o kadar açmış ki hızlı hızlı yemiş bitirmiş herşeyi.  “Sen neden geldin buraya; buraya hiç kimse gelmedi yıllardır.. Herkes gidiyor buradan.. Annemle babam da gittiler hatta.”  Dera, “Ben de bir yerden gittim ve buraya geldim; burdan gidenler de bir yere vardılar. Dünya bu düzen üzerinde durur ayakta. Bir yere varmak ister herkes, günü gelince sen de gideceksin bir yere”  “Olabilir” demiş kız. “Herkes senden bahsediyor, köy çok değişti geldiğinden beri.. Geçen gün köyün delisinin bile akıllıca birşeyler söylediğini duymuşlar. Ben de merak ettim, ne yalan söyleyeyim... Ne anlatıyor ki bu kadar saatlerce dinliyorsunuz diye sordum bir arkadaşıma. Hiç birşey hatırlayamadı ve anlatamadı.” “Hiç hikaye duymadıkları için ilginç geliyorum onlara. Burada kalabilirsin Zel istediğin kadar, hikaye başlayınca dinlemek istemezsen gidersin, ben hiç önemsemem” demiş misafir.  Zel,  biraz utanmış, biraz sıkılmış ama kalkıp gidememiş kulübeden. Sessiz kalmış saatlerce divanın üzerinde sonra da uyuyakalmış. Kalktığında kuş gibi hafiflemiş ayakları.. Bir aydır yürümekten yorulmuş ayakları yenilenmiş kısacık uykuda. Dera, köylülerin gelmek üzere olduğunu söylemiş; istersen çık gez dolaş gece olunca gelirsin yine uyumaya demiş. Zel “yok” demiş  “dinlerim ben de hiç hikaye dinlemedim hayatımda.” Zel o akşam duyduklarından büyülenmiş, annesi saçlarını okşadığında hissettiği şeyi hissetmiş, içi ısınmış sanki.. Ne güzel şeymiş hikaye dinlemek.. Bu misafir nereden biliyormuş bu kadar şeyi.. Nerelere gitmiş, kimlerle tanışmış , neler yaşamış... Adını bile duymadığı ülkelerden bahsediyordu! Nasıl gitmiş ki oralara acaba, korkmamış mı hiç? Dera anlattıkça, Zel tılsımlanıyormuş; giderek derinleşen bir tılsıma kapılıyormuş. Ellerini farketmiş bir an. Sözler kadar etkileyici elleri takip ederken oyun oynar gibi sevinmiş. Bir bardak soğuk şerbet içmiş gibi olmuş.  Eller bazen yükseliyor, bazen alçalıyor, bazen yumruk oluyor, bazen kuş kanadı gibi yumuşacık açılıyormuş... Ellere kaptırınca kendini sesi ve sözleri duymaz olmuş. El hikayeyi kendi dilinde anlatıyormuş ve kulak yerine gözüyle dinliyormuş Zel onu.  
Gece olmuş ama kimsenin kalkmaya niyeti yokmuş misafir birden susana kadar. Sessizlik çığlık gibi apansız düşüverince kulübenin ortasına;  bittiğini anlamış herkes ve yavaş yavaş sessizce çekilip gitmişler kulübeden evlerine gitmek üzere.  Zel,  uyuyakalmış onlar giderken.
Günler, geceler ve bir mevsim geçmiş.  Zel, Dera’nın dizinin dibinden ayrılamamış. Çok konuşmuşlar, çok susmuşlar... Zel’in öfkesi, üzüntüsü ve yürüme isteği sakinleşmiş. Konuşmak kadar susmak da iyi gelmiş ve yürümek kadar durmak da. Dera, gövdesinde koca bir mıknatısla yaşıyormuş sanki herkesi çeken ve dinlendiren ...  Zel, ona hırçınca davrandıkça onun aynı sakinliği koruması Zel’i sakinleştirmiş. “sen insansın Zel, böyle deniz gibi dalgalanman çok doğal, neden kızayım bunun için” demiş.. Zel bir gün ” bana kızdınmı geldiğim ilk günler yaptıklarım yüzünden”  diye sorduğunda.  Denize kızılır mı hiç, ben deli miyim?
Güçlü bir kum fırtınasının olduğu bir sabah Dera, Zel’in yanağından öptü durup dururken.. “Ben gidiyorum; akşama doğru yola çıkacağım” dedi. “Sen burada kalırsın, büyüdün artık.” Ben ne yapacağım burada?  diye çok kısık bir sesle sordu kız; hiçbir hak talep edemeyeceğinin farkında olduğu için daha fazla birşey söylemedi... Yarı duyulur yarı içinden “ben de gelebilir miyim?” dedi sadece. Ben gidiyorum diye gitmemelisin Zel; gerçekten gitmek istediğinde gitmek istediğin yere gideceksin zaten. Sen burda kal ve hikayelere devam et.  Merak etme, herkes söylediklerini dinleyecek, onları mutlu et. Köyüne güzel bir ad koy.”
Daha da kısık bir sesle “ben hiç hikaye bilmiyorum ki” dedi Zel. Ne anlatacağımı onlara nereden bileyim  ben ? Ben hikaye ne demek onu bile bilmiyordum seni tanımadan önce”
Misafir, onun ağlamaya başlayacak titreyen sesini tanıdı ama söyleyeceklerinden de  vazgeçmedi  “Zel, herkesin anlatacağı bir hikaye vardır. Önce en iyi bildiğinden başla kendi hikayeni anlat onlara. Anlattıkça çoğalacak herşey hiç merak etme. Yürüyen kızın hikayesini anlat.”  
Göz gözü görmüyordu misafir köyden ayrılırken. O akşam gelenler Zel’i dinlediler; yürüyen kızın hikayesini.
   

14 Ağustos 2012 Salı

Arnaut Kioi

Aslı, dünya gezegeninde, kuzey yarım kürenin ortalarında bir yerde;  yazları sıcak, kurak ve nemli; kışları yağışlı ve ılık geçen; en çok yağışı sonbaharda alan; denizin ortasında ve üç tarafı denizle çevrili iki yarımadanın, birtürlü  kavuşamadığı bir şehirde doğmuş.. Bugünden tam otuz yıl önce yine böyle soğuk bir günde, saatler süren bir sancıdan sonra, uzun bir solukta doğuvermiş hemen sonra da ebeler tarafından annesinin kucağına verilivermiş.  Başlamış ağlamaya... Zavallı annesi, ne yapacağını bilememiş kucağındaki bu ilk çocuğuyla; ne nasıl tutacağını biliyormuş bir bebeği; ne de neden ağladığını anlayabiliyormuş. Aslı ağladıkça annesi de ağlıyormuş; etraftakiler ikisini de susturamamışlar...  Aslı, annesinin anneliği öğrenme çocuğuymuş. Anne, onda öğrendiklerini diğer iki çocuğunda uyguladıkça annelikte ne kadar yol aldığını anlamış; bu ilerleme çevredeki kıdemli anneler tarafından da saygıyla takdir edilmiş.  Annelik, sahip olunan değil  sonradan öğrenilen bir bilgiymiş. Bu durumda, ilk çocuklar da öğrenme tahtası olurmuş malesef.. Aslıyla annesinin arasında bu nedenlerden biraz sitemkar, biraz yaralı ama pek bir kıymetli bir bağ varmış. Annesi Aslı’yı büyütürken, Aslı da annesini büyütmüş; onu “büyük bir anne yapmış”. Aslı, büyürken arada sırada annesinin onaylamadığı şeyler yapsa da; annesine asla tam olarak karşı çıkamamış;  annesi de bazen içi içini yese ve doğru olmadığına emin olsa bile kızının aldığı kararlara açıkca  karşı çıkmayı yakıştıramamış hiçbir zaman kendine. Anne kızın arasındaki ses tonu yükselir yükselir de bir yerde asılı kalakalırmış; daha yukarıya çıkmak ölümcül bir yasakmışcasına ikisi de susarlarmış. Sesleri daha fazla çıkamazmış, en ağır ceza gönül koymakmış..
Aslı’nın doğduğu şehirde binlerce yıldır yüzlerce medeniyet, peşpeşe ve bazen üstüste yaşayagelmiş; bu farklı kültürlerin, tüm sosyal, psikolojik ve felsefi  kalıntıları üstüste birike birike çok kalın bir “fosil_ geçmiş” oluşturmuş; doğal olarak bu toprakta yaşayanlara da bol miktarda kafa karışıklığı miras kalmış, karışık geçmişlerinden yadigar... Yadigar, kıymetli birşeymiş öyle kolayca atılamazmış; bir işe yaramasa hatta fazla yer kaplasa bile tutar götürürmüşsün gittiğin yere.. Kadınların yadigarları daha da fazlaymış bu topraklarda... Vitrinlerdeki anılı biblolar gibi omuzlarında da kendi geçmişlerinin yanısıra ananelerinin geçmişlerini de taşırlarmış... Sırtlarında bir dolu yadigarla yaşarlarmış; bu yüzden bu ülkede dimdik yürüyebilen az kadın varmış. Aslı da biraz kamburmuş.  
Kadınlık bilgisi denilen şey “hem ekmek, reçel gibi şeyleri yapabilmeyi, hem az şeyle çok şey elde etmeyi, hem de herşeyi  ve herkesi idare edebilmeyi”  kapsarmış. Bu çerçeve, o kadar genişmiş ki içine herşey sığabilirmiş.  Aslı, kendi payına düşen yadigarları uzun bir süre omzunda taşısa da bir süre sonra taşıyamaz hale gelmiş... İnsan hayatının “gençlik” olarak tanımlanan döneminde endişelere ve korkulara gark olmuş.  Hep bir becerememe hissi eşlik etmiş yaptıklarına; yapmak istediklerine.
Aslı, az gitmiş uz gitmiş ve hiç istemediği bir hayata varmış; durup ne istediğine vakit bulamadığı için de hayatında ne istediğini bir türlü bilemiyormuş; sadece “bu değil” diyebiliyormuş, yaşadığı hayata bakıp. Kafası karıştıkça karışmış, bir gemici düğümü olmuş soruları.. Hayatını değiştirmek için  küçüklü büyüklü çeşitli girişimlerde bulunmuş,  girişimleri başarısızlıkla sonuçlanınca ısrarcı da olamamış, biraz başaramayınca geri adım atılmalıymış bu gezegende, daha fazla kaybetmemek için. “Başarılı olmak, alkışlanmak, kazanmak” önemliymiş... Aslı’nın içi bunların hep tersini söylemiş oysa bunca yıldır; ama ailesi, arkadaşları, yöneticileri o kadar gürültü yapmışlar ki, o cılız ses ortaya çıkamamış çok uzun süre.
Birşeyden vaz geçmek kolaymış ama yorarmış insanı tekrar ettikçe bir süre sonra... Vazgeçmek yerine başlamamayı tercih edermiş birçok insan bu nedenle büyüdükçe.. Aslı da durmuş bir süre;  hiçbirşey yapmadan.  Tuhaf alışkanlıklar edinmiş durduğu zaman içinde, pek önemli bir faydası olmayan zararlı alışkanlıklar.....
Aslı’nın ayakları da huzursuzmuş içi gibi... O, uyurken ruhunda endişeler ve bastırdıkları ayaklanırmış ve ayakları hareket edermiş durmaksızın. Bu yüzden uykular rahatlatamazmış onu, aksine yorgun kalkarmış sabahları. Aslı, bir türlü bilemezmiş düğüm olmuş sorularının doğru cevaplarını, aldatılmaktan ödü patlarmış ve komik kararlarını yüksek sesle dile getirmekten çekinirmiş fazlasıyla;  herkesin kolayca üstesinden geldiği kadınlık rollerinde kötü bir oyunculuk sergilediğini dşünür ve bu yüzden kendi kendini  cezalandırırmış durup durup sözleriyle. Aslı, evlilik ve anneliği gözünde büyüttükçe büyütür ve altından kalkamayacağı başaramayacağı şeyler haline getirirmiş. Bu yüzden hep mesafeli kalırmış bu olasılıklara.. 



                                
Aslı, gölgelerin ışığa ağır geldiği bir akşam üstü, en sevdiği yer olan odasında, yatağın üzerinde uzanıp kitap  okurken uyuyakalmış..  Sıcak bir rüyanın kollarına düşmüş ... Mor bir gezegende uyanmış.. Kollarından tutup onu sürükleyerek bir yere götürüyormuş iki turuncu renkli yaratık... Filmlerden bildiği uzaylı formasyonuna uygun; kafasının tepesinde kulakları olan, saçları ve göz kapakları  olmayan turuncu renkli bu yaratıklar dışında etraftaki herşey mor floresan rengindeymiş... Aslı, yarı baygın olduğu için ağzını açıp tek kelime bile edemiyormuş. Sürüklenmesine rağmen parmaklarının ucunda uçuyor gibi hissediyormuş. Turuncu yaratıklar Aslı’yı bir masanın (ameliyat masası tabi ki) üzerine yatırmışlar, “az sonra uyuyacaksın Aslı” demişler bilmediği ama her nasılsa anladığı bir dilde.  Aslı, elinin üzerine serum gibi birşeyi enjekte ettiklerini görmüş son olarak, şeffaf parlak bir sıvı varmış ilaç olarak. Uyumamak için zorlasa da kendini, bunu başaramamış, göz kapakları yapışmış gibi sımsıkı kapanmış. Rüya içinde rüyaya düşmüş birkez daha ve bu sefer daha da derinine... Rüyasında bir ses duyuyormuş mor bir karanlığın içinden yumuşak bir sesle konuşan. Yine az önceki yaratıklar gibi bilmediği ama anladığı bir dilmiş konuşulan. “Aslı Arnoit Kioi’ye hoşgeldin.  Burası hafiflik gezegeni; herşey gerçek ağırlığındadır burada.. Biz, hiçbirşeye gerekenden daha fazla değer vermeyiz. Üzerimizde bize ait olmayan hiçbir kodlama yada ön bilgi barındırmayız. Sadece kendi hayatımızı yaşarız. Şuan damarlarına bir silici ilaç zerk ediyoruz, bu ilaç senin bir hafta boyunca tüm kodlarını silecek, toplumsal kodların olmaksızın bir hafta geçireceksin.. Bu deneye katıldığın için sana minnettarız. İlk olarak Arnoit Kioi bilim merkezinde uyanacaksın, yarı baygın halinden ikinci kez kendi odanda uyandığında sıyrılacaksın.. Sakın korkma!  
Aslı, sıçrayarak uyandı. İlk iş elinin üzerine baktı;  kırmızı  küçücük bir delik vardı elinde.. Arnaut Kioi’ye gitmiş miydi gerçekten? Yoksa bu kırmızı delik şimdi farkettiği başka birşey miydi? Emin olamadı ama kafası da karışmadı.. Yataktan kalkarken içini kemiren geçmişini ve ona atalarından miras kalan başkalarının geçmişlerini yatakta bıraktı. Aslı olarak kalktı yataktan. Suratında bir sırıtma hissi vardı, ağzı kulaklarına doğru uzuyor gibiydi.. Kucağından yere düşen kitabı yukarı komidininin üzerine kaldırdı. Güzel bir duş aldı, iyice ferahladı. Kısa şifon bir elbise giyerek sokağa attı kendini. Aslı, sevgilisini aradı yürürken, telefon açılır açılmaz;  “artık evlensek mi?” dedi.. Karşı taraftan şaşkınlık ve sevinçle karışık tuhaf sesler geldi. Sevgili şaşırdı duyduklarına ama Aslı emindi evlenmek istediğine, içini taradı hızlıca, en ufak bir şüphe yoktu. Aslı,|annesine karşı bir türlü sahip çıkamadığı ilişkisini en içinden gelen kelimelerle ifade ederek sahiplendi. Annesinin gönlü razı oldu bu ilişkiye, duyduklarına inanınca. Aslı, sevgilisini huzursuzluğuyla rahatsız etmekten vazgeçti, en mutlu ilişkisine böylece kavuşmuş oldu.
Aslı, yıllardır şikayet edip durduğu  işini kabullendi. Şikayet etmesinin bıçak gibi kesilmesine arkadaşları inanamadılar. Ama o fazlasıyla emindi yeni aslından. Aslı, hayallerindeki işe doğru ilerlediğini o zamana kadar da hayatını bu geçici işte geçireceğini biliyordu artık. Önündeki herşey netleşmişti bir anda. Korkuları ve korkaklığı yakasını bırakmıştı sonunda.
Yolda yürürken birden içinden şarkı söylemek geldi . Önce içinden söylediği şarkı yürüdükçe sesli hale gelmeye başladı. Aslı, şarkı söyleyerek yürümeyi alışkanlık haline getirdi. Geceleri rüyalar görmeye başladı, sabahları da hafiflemiş uyanmaya.  Hiç şüphe duymuyordu artık sevdiklerinden...
Bir hafta, bir  mevsim, bir yıl geçti ama Arnaut Kioi’de kaybettiği geçmiş ketleri Aslı'nın yoluna çıkmadı bir daha. Aslı erdi hafifliğine, geçmiş çekildi kör yuvasına... 
    

    

7 Ağustos 2012 Salı

An'ları Öldüren Fotoğraf Makinesi

Dünyanın önemli mozaik müzelerinden birinde bir kadın elinde önemli miktarda paraya satın aldığı fotoğraf makinesiyle kamburu çıkmış ve her halinden amatör,  bu işe yeni heveslenen biri olduğu anlaşılır bir vücut duruşuyla “böyle durumlar için en sevdiğim kelime; eğreti” fotoğraf çekiyor. Birbirimize yakın belirli bir mesafeyi koruyarak geziyoruz müzeyi bu tanımadığım kadınla.  Kadın hiç bir mozaiğe bakmıyor. Açıyı kontrol ediyor , ışığı ayarlıyor, komposizyona bakıyor  ve fotoğraf çekiyor. Birara  önüne bakmadığı ve makinede olmayan diğer gözünü de kapattığı için düşecek gibi oluyor. İşte tam bu anda mucize gibi çok ilginç birşey gerçekleşmiş oluyor; kadın gezmediği bir müzenin fotoğraflarını çekmiş oluyor.  Bazen böyle mucizeler gerçekleşebiliyor hala... Analitik düzlemde imkansız gitmediğin gezmediğin yaşamadığın bir yerin fotoğrafını çekebilmen; ama hayat analitik değil işte her zaman...
Fotoğraf anı yakalayan; ileride dönüp baktığımızda o anı anımsamamıza yardımcı olan bir şeytan icadı... Eski fotoğraflara bakıp eski günleri hatırlamaya kalktığımda nerdeyse hepsinde çok mutluyum, çok eğleniyorum.. Ne depresif günlerim var, ne agresif sabahlarım, ne beklemelerim, ne sabırsızlığım ne de umudumu tamamen yitirdiğim ve kendimi yalnız hissettiğim anlar albümlerimde. Bir parti havasında geçmiş bu albümsel geçmişim benim hatırladığımdan çok farklı...  
Bir sürü sahne çekilip sonra montajlanan ve çoğu sahnesi kesilen filmler gibi kesip biçip bir montaj yapıyoruz albümlerde.. Kötü oyunculukları çöpe atıyoruz hemen.. Kimse görmesin hatta ben bile unutayım o anları.. En güzel sahneler kalsın geriye ve sadece bu sahneler paylaşılsın izleyicilerle...  Sokakta alelade yürürken, dondurma yerken ve üzerime akan kısmını silmeye çalışırken, bisikletten düşüp dizim kanarken, ağlarken, korkarken, utanırken  biri fotoğrafımı çekmek istese bağırır kaçardım herhalde.. Gelecekte bu anı  hatırlamak istemezdim.. Zaten kimse de böyle birşey yapmadı da;  şimdilerde yapsa mıydı acaba diye düşünüyorum? Bu pozlar dışında nasıl mimiklerim var benim? Doğal halimde gülerken nasıl görünüyorum? Yüzüm ne kadar değişti büyürken, bakışlarım ve de? Yemek yaparken nasıl görünüyorum, ailemin yanında, sevdiğimin yanında nasıl değişiyor görüntüm?  Sevindiğimde nasılım? Fotoğraflarda bahsi geçen kişi gerçek kişinin bir kopyası hem de iyi bir kopyası ama gerçek kişi değil... albümlerdeki de bizim gerçek geçmişimiz değil; önemli miktarı süzülmüş yavan ama şık bir yemek gibi  sadece;  çok açken karnını doyuramayacağın türden ama füzyon ve üstelik havalı bir isme sahip bir yemek. 
 Mutlu olduğumuz fotoğraflar kadar çok sayıda mutluymuş gibi olduğumuz anların fotoğrafları var bir de... Bir iki üç gülümse, çekici görün yada en azından mutluymuş gibi... Anında duygu halini değiştir al sana bir fotoğraf çekme hikayesi... Şimdi bu eylemi niye yapıyoruz; gerçekten anlayamıyorum... O an fotoğraf çekinmek istemiyoruz biri bizi bir fotoğraf karesine itiyor ve biz sırıtıyoruz.. Sonra o fotoğrafa baktığımızda hiçbirşey hissetmiyoruz o an’ın kendisiyle ilgili; çünkü o anı biz yaşamamışız.
Dünyadaki bütün insanların çeşitli ülkelerde farklı insanlarla aynı pozları var.. tüm dünya aynı şekilde gülüyor, eğleniyor, dansediyor, yemek yiyor olabilir mi? Hepimizin yolda yürümesi aynı; mutluluğumuz aynı... Bulaşıcı virüs gibi tüm dünyada aynı duygu ifadeleri yayılıyor günden güne... Tatile gidip fotoğraf çekmek yüzünden tatil yapamayan insanlar, dinlenemeden dönüyorlar tatilden.. En güzel pozu çekmeye çalışmak yoruyor herkesi... güzel çıkmayanlar hemen siliniyor.. Konsere gidip konseri daha sonra hiç izlemeyeceğin halde  videoya çekmek; doğa olaylarını belgeselci edasıyla fotoğraflamak, insanlığa armağan edecekmiş gibi her bir kayda ayrı ayrı özenerek çalışmak... Kendin ve arkadaşlarından modeller yaratmak ve katalog çekimi yapar gibi pozlar yakalamaya çalışmak...
Objektifin arkasına geçip gerçekle arana bir perde koyuyorsun, kaçırıyorsun..  Güzel komposizyonlar yaratmaya çalışıyorsun çarpık hayat malzemelerinden... Bir insanın elini kolunu nereye koyacağını bilememesi çok güzelken, manken gibi beline koymasını sağlayıp poz verdiriyorsun...  
Eğer çok güzel bir dolunay varsa ve de önemli bir fotoğrafçı/ gazeteci falan değilsen dolunayı izlemek daha keyiflidir onun fotoğrafını  çekmekten.. Dolunaya odaklanmak iyi gelir üstelik kararsızlıklarına.. Sebepsiz vapura binip boğaza bakmak güzeldir; fotoğrafını çekmekten bile güzeldir. Köprüye uzaktan bakmak, köprünün üzerinden uzağa bakmak kadar heyecan verir insana... Uçaklar insanlığa inancını güçlendirir. Banka oturup denizi koklamak iyi gelir iç kurumalarına.. Anı yaklamak için uğraşmana gerek kalmaz an’ın fotoğrafını çekmekten vazgeçersen.
  

20 Temmuz 2012 Cuma

Şey...

Şey... yani nasıl söylesem bilemiyorum;  izninizle kendimi biraz  ifade etmek istiyorum. Yanlış anlamayın lütfen;  başkaldırı falan değil yapmak istediğim.. Yine herşey eskisi gibi devam edecek tabii ki; sadece iki dakika süreyle içimden geldiği gibi bir kaç kelam edeyim istiyorum; eğer sizin için de bir mahzuru yoksa..
Yumuşak bir başlangıç değil belki ama konuyu uzatmamak adına burdan başlamam gerekiyor. Yani öncelikle ben bildiğiniz gibi biri değilim; aslında bildiğiniz kişiyle hiç alakam yok.  “Olur mu canım; yıllardır tanışıyoruz, sohbetler ettik defalarca” dediğinizi duyuyorum. Bu birşey ifade etmiyor ki. Ben, hiçbir zaman kendim gibi davranamıyorum. Cümlelerimin hiçbirinde özne, birinci tekil şahıs değil. Özür dilerim; ama bazı zamanlarda  içimden küfürler ediyorum  sizinle konuşurken ve malesef  bazen sevdiğim kişileri öldürmek gibi korkunç  düşünceler geçiyor içimden. Ah evet, nasıl olabilir; ben de anlayamıyorum; ama gerçek bu işte. Ben tüm kurallara uyuyor gibi görünsemde; ufacık deliklerden kaçaklar buluyorum kaçıyorum.  Ayrıştırılmış çöp kutularına yanlış nitelikte çöpleri atıyorum bilerek; eğer kendimden daha güçsüz birini görürsem bazen ona haksızlık edip güç kullanıyorum, çalışkanmış gibi görünüyorum aynı zamanda mutlu ve ideal insan (bu ideal kime aitse, bilmiyorum)gibi... Hep aynı fikirdeyim birileriyle; kendimin fikri farklı da olsa söyleyemiyorum. Birkaç kere söylemeyi denedim aslında; ama sesimi duymadınız.  Haksızlığa uğradığımı düşündüğümde kabullenmeyi seçtim genellikle.
Kakafonik konuşmalarınız o kadar çok büyük bir çığa benziyor ki; gerçekten kolay değil onunla başedebilmek. Tamam, belki ben de yeterli çabayı göstermemiş olabilirim. Ama bir kişinin her ağızdan söylenerek yüksek tonda giderek güçlenen şeylere karşı konuşması ve bunun işe yaraması ne kadar olası... Kendimi ifade etmenin bir kaç yolunu denedim. Ciddiye almadınız, dalga geçtiniz ve sustum “şaka yaptım”  dedim söylediklerime. Gerçekten farklı olanlara nasıl vahşice davrandığınızı gördüm; korktum. Siz birbirinize destek olarak bir çığ etkisi yaratıyorsunuz; olumlu-olumsuz  her anlamda. Sessiz kalarak çığın bir parçası olmayı seçtim, varlığımı sürdürebilmek için.
Üniversiteye gittim, işletme okudum, sonra binlerce insan gibi nedenini bilmeden işletme yüksek lisansı yaptım... Bir kadınla evlendim ve ekonomik şartlar doğrultusunda iki çocuk yaptım.  Kurumsal bir yerde çalışıyorum. Herşey yolunda...? İş arkadaşlarımla beraber bazı etkinliklere katılıyorum; asosyal bir eğilimim yok. Ama çoğunluk vazgeçince yaptığımız planlardan, ben de sürdüremiyorum. Hobilerim, benim sevdiğim şeyler değil.
 Son zamanlarda sesim kısılıyor sizin de farkettiğiniz gibi, sık sık üstelik.  Kollarımda ve vücudumda kızarıklıklar var. Doktor, fiziksel bir bulgu bulamayınca beni psikoloğa yönlendirdi. Psikologla konuşmalarımız mutluluk üzerineydi. “Mutlu musun, istediğin hayatı mı yaşıyorsun” gibi sorular sordu bana. “Evet istediğim hayatı” dedim.  Der demez de bir şüphe kapladı içimi.  Hayatım yolunda ve sorun yok evet ama bu istediğim şey mi? Bilemiyorum. Bir fikrim yok bu konuda. Ben şu ana kadar birşeyi istemedim sanırım.  Kızarıklıklarım kaşınmaya başlıyor bunları düşündüğümde. Tabi midem de rahatsız bu durumdan dolayı. Hatta şuan izninizle ağzıma birşey atmalıyım. Ağzımdan çıkacak gibi midem çoğu zaman. Sanki ağzıma sen birşey konuşamıyorsun; çıkayım da ben konuşayım senin yerine diyor.  Vücudum sinyal veriyor olabilirmiş; öyle diyor psikolog bey.. Ne sinyali veriyor bedenim bana kaşınarak? Ruhum bitlenmiş olabilir mi acaba?
Yani biliyorsunuz çizgi-dışına çıkmak herkesin aklına gelmiştir bir dönem; işi bırakmak, evi terketmek, alkole yaklaşmak ya da daha kötü şeyler.... Benim hiç gelmedi içimden böyle şeyler yapmak. Sanki benim karar seçeneklerim hep uygun seçeneklerle kısıtlıydı; önüme uygunsuz bir sapak çıkmamış gibiyim. Ben hep levhaları takip ederek geldim bugüne kadar. Şimdi neler oluyor bana böyle  birden bire?  
Tüm bunlar üstüste gelmese ve geçen gün karım bana “sen yumurtayı en çok nasıl seversin?” demese sizinle konuşmayacaktım. Ama bilemedim yumurtayı en çok nasıl sevdiğimi? Ben yumurtayı sevdiğimden bile emin olamadım. Kısa bir süre sessizlikten sonra, “farketmez canım ” dedim. Eşim çok iyi bir kadın. Evleneli beş sene oldu. Farklı şekillerde aynı yemeği yapabilecek kadar becerikli. Ama ne yumurta ne de bir yemek için özel bir tercihimin olmadığını farkettim; o kısa süreli sessizlikte. Psikoloğuma söylemeyi düşünüyorum bu tespitimi. Size de garip geldi mi? Siz biliyormusunuz yumurtayı nasıl sevdiğinizi?
Yine birkaç hafta önce uyandığımda işe gelmek istemedim. Evimde birdenbire otel odasındaymışım gibi hissettim. Sanki otel odasında birşey arıyor gibi aradım giysilerimi. Onlar herzaman oldukları yerdeydiler. İşimi seviyorum yanlış anlamayın. Bu işten çok şey öğrendim. Ama bir türlü hazırlanamadım o sabah. Belki hatırlarsınız ilk kez geç kaldım.
Başlarken de söylediğim gibi yanlış anlamanızı istemem. Zaten ne istediğimi bilmiyorum ki birşey talep edemem bu yüzden. Sadece birşey içimden beni zorladı bunları söylemek için. Dinlemek zorunda kaldım. Benim hakkımda yanlış bir algınızın oluşmasını istemem.  Sizin düşünceleriniz benim için çok önemli, hatta sanırım en önemsediğim şey. Dilimi tutsaydım engel olsaydım içimdeki canavara keşke. Eğer mümkünse unutun hatta tüm bu söylediklerimi. Eminim geçecek hatta geçmiş olabilir ben bunları söylerken.




16 Temmuz 2012 Pazartesi

Durayazdım

Öyle böyle degil tam olarak durasım geldi.. Tüm fişlerimi çektim; hasta cevap vermiyor...  Ne endişe, ne kariyer derdi, ne aşk, ne bir beklenti... Bütün otobüsleri, trenleri ve uçakları kaçırdım; biletler elimde kaldı. Zamanın ortasında, ulu orta, pür neşeli ve pür endişesiz durasım geldi.. Hemstır kafesimdeki dönme dolaptan inip eski bir türk filmi tadında durup kalasım var.
Fazlalık giysiye bile tahammülüm yok üzerimde; giyineyim yeter. Sadece su ve meyveyle besleneyim... Durup düşüneyim biraz; boşlukta asılı bir salıncakta gibi; acaba nerde dursam diye... Sofi misali durup bakasım var aynalara, hiç bakmadığım aynaların en içine...

Aylar arası ayrımcılık yapmak istemem; fakat temmuz bir başka güzel, hele bu temmuz diğerlerinden de  güzel... Ruhum keten giysilere büründü;  bir hafiflik, bir serinlik... Bedenim uzanıyor hamaklara boylu boyunca. Oblomov’la yarenlik ediyorum. Hep uykuyla uyanıklık arasında tatlı bir yerlerdeyim. Üzerimdeki her fazlalık gitmiş uzay boşluğundaki kara deliklere...  Sorularım, kaygılarım, planlarım, kontrol etme ısrarım, aman onu da yapayım sonra dinlenirim kısır döngüm, anlamsız dikkatim  kaybolmuş. İnsanları  mantıklı cevaplar verme gayretim olmaksızın sadece dinlemeyi becerebiliyorum. Zaten onların derdi de cevaplanmak değil; dinlenmek sadece.


Vanilyalı dondurma gibi serin ve hafifim.... Beni arkamdan önümden iten ve çekiştirenleri attım hayatımdan... Onlar nasılsa bulurlar başkasını, çekiştirmek için... Zaman göreceli ve çok boyutlu bir kavram; aynı zamanda doğrusal değil, çoğu zaman irrasyonel ilerliyor.. Durunca ben,  zaman da sanki bölünüyor ve ben içine dalıyorum balıklama.  İşte o zaman ölümsüzmüş gibi hissediyorum... Ne acele, ne de gam... Uzun yıllar var önümde, upuzun..  Bir huzur ve şükür kaplıyor en derinlerimi.  Elimi uzatsam bulutlara değeceğim, cebimde deniz kenarından topladığım küçük taşlar, suda taş sektirmeyi öğrenmeye çalışıyorum abartılı bir ciddiyetle; küçük bir masa etrafında birbirine karışan sohbetler ediyorum kimsenin kimseyi dinlemediği; ama yine de herkesin birbirini anladığı. Yürüyorum yollarda sanki ilk kez yürür gibi... Kedilerle köpeklerle bakışıp göz kırpıyorum onlara çapkınca. Hiç duymadığım kokular duyuyorum etrafımda. Kendime çiçekler alıyorum rengarenginden .

Duruyorum sadece .... "Uzayda neredeyim nasılım, hacmim ne, yoğunluğum ne" anlamaya çalışıyorum nefesimin müziği eşliğinde... Kocaman gözlü bir garip dünyalıyım, garip dertleri dert edinmeyen, hepsi bu kadar... Yiyen, içen ve uyuyan... Maslow’un hiyerarşisinin en alt basamakları yetiyor bana şu an; yükseklerde gözüm yok:) Bu  ne mutluluk, ne hafiflik!! Başım bir hoş dönüyor eksenimde epeydir....

Yollar gidiyorum, yollar geliyorum mütemadiyen... Trenlerin yanından geçip giden ev görüntülerine kaptırıyorum kendimi, hayaller kuruyorum tanımadığım insanlara dair. Gülümsüyorum yolda gidenlere. Benim gülümsemem esneme etkisi yapıyor karşımdakilerde sanki; onlar da gülümsüyor.  Beş yıllık finansal planlar yapamıyorum  ama mutluluk planları kuruyorum; hiç analitik olmayan düzlemlerde.... Barış müzakereleri yapıyorum tüm benliklerimle.... Durmak ve sadece nefes alıp vermek ne büyük keyif... Tek derdim “nerde denize girsem ve nem çok fazla o yüzden olduğundan sıcak hissediliyor sıcaklık” muhabbetleri!

Kendime hedefler koymuyorum, bedenime ve ruhuma kulak veriyorum; onlar ne isterse onu yapıyorum. Bu yılki seçimleri onlar kazandı; onlar ne derse o olacak... Bedenim ve ruhum kardeş kardeş geçinip gidiyor. Ben onlara uyuyorum sadece.  Ruhum durunca bedenim gevşiyor. Bedenim esnedikçe ruhum serinliyor.

Eski pop şarkıları dinleyip filmler izliyorum resimlere bakıyorum... Sanat tarihi kitaplarında kayboluyorum... Beynimin şimdiye kadar görmediğim taraflarını görüp şaşırıyorum...Nasıl bastırmışım tüm bunları anlayamıyorum.. Eski günlüğümde yazan karamsar hayatı sanki başkası yaşamış gibi geliyor şimdi bu durduğum yerde.  Ne trajedi, ne elem ve ne gözyaşı... Okumaya bile tahammülüm yok.

Duruyorum sadece... Olan herşeyi  kabulleniyorum, eski gölgemle kavga eden halim şimdi nerede acaba? Belki ruhumun o kısmı kendi kendine reenkarne olup bir başka bedeni rahatsız etmeye başlamıştır bile. Ne soru soruyorum, ne itiraz ediyorum ve ne de ısrar.  Durmak ve susmanın ne kadar iyileştirici olduğunu keşfediyorum... Varlığımın sınırlarını daha doğrusu sınırsızlığını görüyorum iyiden iyiye! İçe doğru büyüyorum, genleşiyorum. İnsanın başına kuşlar bile konuyor durunca.  Leylekler tepemde şarkı söylüyorlar ciyak ciyak.

Hiç yoga yapmadan herkese namaste diyorum...

Duruyorum....

26 Haziran 2012 Salı

Düzgün Olamıyorum

İnsanlar ve durumlar için kullandığımız "jilet gibi, çok düzgün, muntazam"  gibi kelimeler var. Bir insanın muntazam göründüğünü söylediğinizde karşı tarafın beyninde; “saçıyla başıyla, giysisiyle, seçtiği sözlerle, ses tonu ve vurgularıyla” doru yani duruma göre  uygun olan bir görüntü canlanıyor. Ütüsü bozulmamış lekesiz en pırılından giysiler, sağlıklı duygularını uluorta ortaya serpmeyen bir ses tonu, çevresel şartlara uygunluk ve tüm bunların beraberinde hatasız bir kelime buketi ile bu kusursuz komposizyonu tamamlayan davranışlar bütünü....  Böyle insanlar var gerçekten; “her yerde nasıl davranacağını bilen; elini kolunu yerli yersiz kullanmayan asla gaf yapmayan, küfür etmeyen, eğreti durmayan” mükemmel kişiler. Çoğu zaman klas bir makyaj yapmış kadınlar geliyor gözümün önüne bu prototipi düşündüğümde; “rimeli ve göz kalemi bozulmamış, göz altları hafifce aydınlatılmış, suratında mutlaka fondöten olan, tırnakları bakımlı_ojeleri kusursuz sürülmüş, giysisi uygun ve nötr” kadınlar. Evinde hiçbir sorunu olmayan, tesisatları her zaman sorunsuz çalışan, çocukları çalışkan ve ödev yapmaya hevesli ve tabi ki  hayatlarının aşkı kocaları da onları sürprizlere boğan mutlu kadınlar. Bir amerikan filmi edasında dolaşıyorlar etrafımda, müstehzi gülümseyerek.

Oysa ben bir türlü düzgün olamıyorum; oldu ki bir an oldum bu sefer düzgün kalamıyorum.. Bir tarafım hep yamuk hep eğri duruyor tahtarevelli misali. Yakamı düzeltirken paçam yamuluyor. Tam sakinim artık derken birden çığrından çıkmış kontrolümü yitirmiş buluveriyorum kendimi.

Suratımda bütün duygularım bana eşlik ediyor gün boyu; hafif dikkatle bakan bile anlayıveriyor olup biteni.. Yok birşey, iyiyim desem kaç yazar, herşey ortadayken! Evimde hep bir dağınıklık var, toplayıp toplayıp düzeltemediğim. Atıyorum atıyorum atacaklarım bitmiyor;  hep birşeyler fazlalık... Yerli yerinde durmayan objelerim var benim; yerlerini bulamıyorum. Aynı anda herşey çalışmıyor evimde, çalışırsa sigortalar atıyor. Dağınık desem dağınık değil; bir düzen var bu düzensizlik içinde... Giysilerim aynı hizaya giremiyor dolabımın içinde ... Ve birşeyim hep kayıp. Kaybettiklerimi unutuyorum zamanla;  bulduğumdaki şaşkınlığım bir garip. Çocukca bir saklambaç benimkisi; eşyalarım saklanıyor ve ben arıyorum.  Yakalayan "sobe" diyor; ben gülüyorum.

Üstüm başım desen ayrı bir dert. Ya bir leke  ya bir kırışıklık olmazsa olmazım... Ne  takım elbiseler giyebiliyorum ne de birbiriyle uyumlu renkler. Takım elbise giymem gereken bir fotoğrafta gözlerimi kapatıyorum mesela; elimden ne kadar gelirse o kadar karşıyım ahenge. Ahenk olduğunda ya da düzen bir kaşınma basıyor derin derin; küçük kızarıklıklar oluşuyor cildimde; bir nevi alerji benimkisi doğuştan beraberimde getirdiğim.. Ciddi görünümlü klasik bir elbisenin üzerine pembe çerçeveli gözlük takasım var benim.  Ruhum pırpır ediyor hep; uçtu uçacak gibi yerinden.

Yaşım geldi kaça; ama hayal kuruyorum sürekli. Ciddi, büyük ve olgun davranışlardan sıkılıyorum.  Hep daha ileride ciddi olmalıymışım gibi geliyor. Bu yaşta böyle olmalı fasafisolarına göre davranamıyorum. Ruhum ne derse, nasıl isterse öyle yapıyorum. Aksi durumda nefes alamıyorum.  “Ama artık şöyle olmalı, böyle olmalı ....” diye başlayan cümlelerde kulaklarım sağırlaşıyor  birdenbire; hiçbirşey duyamıyorum ve  alerjim depreşiyor..
 
Büyük büyük laflar edip sonra ben değiştim artık böyleyim diyorum. Şaşıranlar sorgulayanlara gülüp geçiyorum. O lafları ederken öyle düşünüyordum gerçekten; şimdi böyle.. Yalan değil hiçbiri. Aferin size eğer hiç değişmediyse kararlarınız yüz yıldır ama ben sürekli değişiyorum! Hayatın içinde gelen herşey başımın üstünde kendine güzel bir yer buluyor.

“İdare etme“ durumunu beceremiyorum. Biri fikrimi sorduğunda, fikrimi olduğu gibi söyleyiveriyorum. Kimseyi kırmak istemem ama fikrim neyse onu da söylemeden edemem. Bazen problem yaratıyor bu durum; nedenini hala anlayamıyorum. Biliyorum insanlar çoğu zaman teyit ister sizin gerçek fikrinizi değil; ama onlar bana açıkça "beni teyit eder misin?" diyene kadar fikrimi söylemeye devam edeceğim ben.


Sözleri çok fazla önemsiyorum. İletişim biliminde sözlerin jestler ve beden diline göre çok düşük bir öneme sahip olduğunu söylüyorlar bilimsel verilere dayanarak; bunun gerçek nedeninin kelimelerin önemi değil, onları gerçek anlamlarında kullanmayan insanlar olduğunu düşünüyorum. Ben kelimeleri gerçek anlamlarında kullanıyorum; bedenime ve mimiklerime bakmayabilirsiniz beni anlamak için.
   
Cümlelerim devrik, öznelerim kayıp ve tümleçlerimle uyumsuz çoğu zaman. Ama anlamlarım mecaz değil; olduğu gibi gerçek. Öfkem  ve gözyaşlarımı kontrol edemiyorum her zaman. Sevgim de biraz dengesiz,  kabul etmek gerekirse.... Yemeklerim lezzetli fakat estetik açıdan güzel değiller. Giysilerim ruhumun renginde;  bu yüzden bazen uyumlu bazen uyumsuz.   

Özeniyor muyum, kıskanıyor muyum bilmiyorum “düzgün kişilere”.. Bir ayrık otu gibi kalabiliyorum hiç rahatsız olmaksızın... Genel geçer kurallara manik-depresif bir dirençle karşı durmaktan mutlu oluyorum. Takım çalışmasına da ayak uyduramamam hep bu yüzden. Ayrık otlarının da dünyadaki diğer herşey kadar  bir faydası vardır mutlaka. Sağcılarla solcu, solcularla sağcı gibi konuşuyorum. Oysa stilize edilmiş ideolojilere hiç inanmıyorum ben.

Düzgün olamıyorum, düzgün kalamıyorum ben..

 

14 Haziran 2012 Perşembe

Bir Düğme Diktim

İlkokulda şiir denemeleri yazıyordum. Okuma-yazma öğrenir öğrenmez yazmaya başlamıştım. Muhtemelen şiir yazmak o zaman ve o bilgi kapasitesiyle daha kolay gelmişti. Şiir’in çocuk dilindeki anlamı, kafiye ve kısa cümleler demekti sadece. Duygularımı ifade etmek istiyordum bunu da en iyi şiirle yapabiliyordum. Öğretmenime sevgimi, bayramları ve mevsimleri şiirle anlatıyordum. Dinçer adlı bir arkadaşım şiirlerimi başka kitaplarda okuduğunu benim onları çaldığımı iddia ediyordu herkese. Muhteşem şiirler değillerdi bence;  yani kitaplarda basılmayı haletmiyorlardı; ama iddia iddiadır. İnsanda şüphe uyandırır. Önce sinirlenmiştim ve kavga etmiştim onunla sonra başedemeyince boşverdim Dinçer’i. Şiirlerimi ben yazıyordum, iddia Dinçer'in problemiydi. Bir süre sonra  benden çok o önemsiyordu bu durumu, dert edinmişti bunu ispatlamayı.. Kitabı arıyor ama bir türlü bulamıyordu. O gün “iddia” kavramının üzerine bir düğme diktim.
Lise yıllarında çalışkan ama yaramaz biri olarak defalarca okul idaresinin bulunduğu odaya girdim çıktım. Bir seferinde bir arkadaşımla beraber  bir suç işlemeksizin idarenin yolunu tutmuştuk; herhangi birşey olmuştu ceza gerektirmeyen. Odadan tam çıkmak üzereyken “komik olmayan şakalar” yapan müdür yardımcısı yine komik olmayan bir şaka yaptı ve ben ona arkam dönükken hiç tutmayı öğrenemediğim ağzımla “salak, hiç komik değilsin” dedim;
arkadaşımla beraber kıskıs gülmeye başladık.  Müdür yardımcısı  gülmemizden şüphelenip bizi yanına geri çağırdı  “ne dediniz?” dedi. İkimiz de susuyorduk,  ben acayip korkuyordum. Arkadaşım ağzını açıp benim söylediğimi itiraf edebilirdi ama etmedi. Daha sonra takip eden günlerde defalarca idare odasına çağrıldık anonslarla; arkadaşım her seferinde beni korudu. Ona itiraf edebileceğini, benim suçum olduğunu söyledim.  Bunu söylerken kabul etmesinden çok korkmama rağmen bedelin bana ait olduğunu bildiğim için ısrar ediyordum. Herseferinde susmayı sürdürdü.. Müdür yardımcısı duyduğu şeyden emin olamadığı için bizi suçlamaktan vazgeçti ve affetti. O gün arkadaşını kendi konforun yada mutluluğun  için  feda edebilirsin kavramının üzerine bir düğme diktim.
İlk patronum bana bir sohbetimizde "ne bekliyorsun hayattan?" diye sordu... Direkt bir soruydu ve direkt net bir cevap bekliyordu. Yani yönetici olmak veya işimde uzmanlaşmak gibi genel ifadeler değildi beklediği. Köşeye sıkıştım alelacele birşeyler uydurdum hiç düşünmediğim geleceğimle ilgili. Bir kaç soruda tüm planımı altüst etti olgun ve bilge tavrıyla beraber. Masal gibi birşeydi anlattığım ama kendimle ilgili bir masal... Anlatırken “ama olamaz şundan dolayı” diyerek kendi kendimi yalanlıyordum bir taraftan. Arka arkaya bir sürü bahane saydım planlarımın peşi sıra.  Komik bir monolog oldu özetle; kendim söylüyor kendim yalanlıyordum. O sadece “bunun için ne yapıyorsun?” ya da “neden” diyordu ve bütün plan suya düşüyordu. Kendimle ilgili planlarım masal kadar gerçekçiydi ve olacağına ben bile inanmıyordum. Sadece "şikayet dinlemekten kimse hoşlanmaz" dedi. O gün şikayet etme ve bahane bulma kavramının üstüne  bir düğme diktim.
Bir gün olayı,  özneleri ve kronolojiyi hatırlamadığım birşekilde; insanların her durumda ve şartta konuşmayı sürdürdüklerini fark ve idrak ettim. Yakın çevremizdeki ve etki alanında olduğumuz Toplum kitlesi sürekli konuşuyordu. Aile, arkadaşlar, iş ortamındakiler sürekli birşeyler diyordu... Bazen kakafonik bazen de birbirlerinin etkisine kapılıp tek bir tonda ve ağırlıkla negatif anlamlar yüklenmiş ifadeler kullanarak sana durmaksızın bir şeyler söylüyorlar. Eleştiriyorlar, hareket alanını kısıtlıyorlar, yargılıyorlar_ceza veriyorlar, gülüyorlar, ayıplıyorlar ve nadiren destekliyorlar ve övüyorlar. İşin en komik kısmı insanlar sana senin hayatının şartlarıyla konuşmayı hiç önemsemiyorlar. Seninle ilgili şeylerde seni yoksayarak bu nedenle çoğu zaman seni kırarak ve hırpalayarak düşüncelerini paylaşıyorlar. İnsanlar kendi acılarını, kendi söyleyemediklerini, kendi kırgınlıklarını çoğu zaman seninle hiç ilgisi olmayan yaraların sızısını senden çıkartmaya çalışıyor, konuşarak. Söyledikleri sana değil seninle ilgili değil bu yüzden. Bunu farketse de yine de bazen kırılıyor insan. Bunu farkettiğim an insanların söylediklerini duygularıma karıştırma kavramının üzerine bir düğme diktim.
Dört beş yıl önce sevdiğim bir yakınımı kaybettim. İnsanların özellikle sevdiklerimin ölebileceğini fark ve idrak ettim. Sevdiğim biriyle tartışırken ve öfkemi kontrol etmekte zorlanırken onun ölebileceğini  düşünüp tartışma konumuzun sevdiğim kişiyi kaybetmekten önemli olup olmadığını tartmaya başladım. O kadar çok tartışmayı yapmaktan vazgeçtim ki....  O yanımda veya değil farketmez yaşıyor olması önemli eğer benim ona olan sevgim gerçekse tabi ki....  Gerçekten çok gerekli değilse tartışmamaya özen gösterdim. Gereksiz tartışmaların ya da gerçek nedeninden sapmış kavgaların üzerine bir düğme diktim.
Bir Sevgilimi kıskandığım için hem sevgilime hem de onu kıskandığım kişiye utanç verici şeyler söyledim. Saatlerce ağladım. Birşeyler fırlattım... Çok acı çektim. Ağlamaktan baygın düştüm, uyuyakaldım... kalktığımda banyoda aynaya baktım. Gördüğüm şey ben değildim. . Bir canavardı... Kıskançlığımın üzerine ve insanlar üzerinde hak iddia etme kavramının üzerine birer düğme diktim.
Kendim üzerinde bir deney yaptım.. İki ay hiçbir kişi hakkında negatif bir kelime söylememeyi hedefledim. Deneyin sonucu: İlk günler o kadar zorlandım ki kendimi engelleyemiyordum; freni boşalmış araba gibiydim. Her cümlede bir negatif betimleme.. Fren sıkışlar tekrar edip çoğaldıkça bunun nasıl beni kapladığını farkettim. İlk günlerki zorlanmam günler geçtikçe azalmıştı. Aklımdan geçen negatif cümlelerin sayısı da azalıyordu. Son günlerde artık aklımdan geçen negatif sıfatlar yerini ferah bir boşluğa bıraktı. Bu kadar kötü bir kelime dağarcığını nasıl edindiğimi bilemiyorum... Ama değişebileceğimi biliyorum. Negatif sıfatlarımın üzerine bir düğme diktim.
Düğme bebekler gibi bir şey canlanmış olabilir yazıyı okurken gözünüzde... Düğme diktiğim her kavram beni ruhumu ve özümü ağırlaştıran kavramlar ve aslında benimle ilgili olmayan şeyler... O kavramları tamamen yok etmiş ve onlardan kurtulmuş değilim ve zaman zaman düğmelerin ipi gevşiyor ve düğme düşecek gibi oluyor..Eğer farkına varırsam ipleri çözüp tekrar dikiyorum... Bir sürü canavar duygu, içimizi kemiriyor günbegün.   Daha küçücük  bir çocukken düştüğümüzde etrafa bakıyoruz bir gören oldu mu diye! Yaramıza bakmadan önce etrafa bakmamıza neden olan tüm öğretilere sonuma kadar karşıyım. Haklı mücadelem devam edecek...

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Bir Sürü Kitap Okuruz

Çocukların önemli sorunları vardır ve bunları çözecek kadar zamanları. Temel ihtiyaçlarını karşılamak mutlu eder onları. Yemek yemek, su içmek, annenin güvenli sevgisi, uyumak ve oynamak. Hiçbir bilgileri yokken sadece içgüdüleriyle bu ihtiyaçlarını karşıladıklarında da, mutlu olurlar gerçek anlamda mutlu.  Mutluyken mutlu gibi görünürler; kızgınken kızgın gibi... Duygularını saklamazlar. Sahte bir duyguları da yoktur; sevdiklerine yaklaşırlar ve  onlarla  zaman geçirirler, sevmediklerini ise açıkca belli ederler.  Ayıp diye yoksaymazlar duygularını.. Varlıklarını tatmin etmenin mutluluğunu yaşarlar.
Açık iletişim kurabilmek için ya da duygularını özgürleştirmek için herhangi bir eğitime ihityaç duymazlar. Onlar bu en önemli bilgiyle doğmuşlardır ve buna uygun davranmaktadırlar zaten. Ne bir okula gitmiştirler ne de kitap okumuşlardır henüz.  Saatlerce günlerce hayaller kurarlar, hayalleri gerçekleri olur ve hayal kurmaktan vazgeçmezler ya da kendilerinden daha komik hayalleri olanlarla dalga geçmezler asla. Bazen bir böcekten korkarlar bazen bir insandan... Ama korkularını da belli ederler, saklamazlar; saklamaya çalışmazlar.
Oyun oynarken ciddi görünmeyi önemsemezler; oyun oynamanın keyfine varırlar sadece. 
İçlerinde tuhaf bir ümitsizlik, bir pişmanlık ve bir eksiklik duymazlar.  Coşkuyla bazen uçurtma uçururlar koşarak;  bazen bir kediyle oynarlar kedi gibi davranarak. Ne yaparlarsa severek isteyerek yaparlar.  Çocuklar bazen bir sesle tüm istediklerini ifade edebilirler; uzun cümlelere ve çarpıcı kelimelere ihtiyaç duymazlar. Hayal dünyaları geniştir ama o kadar geniş olmayan kelime hazneleri yeterlidir onu ifade etmeleri için. Çocuklar, kendilerine gereksiz yükler edinmezler; ayıp olmasın diye düşünmezler; emrivakilere boyun eğmezler ve gerekirse direnirler istediklerini yaptırmak için... Kendilerince, kendi güçlerince sonuna kadar direnirler. Kendilerini kandırmazlar boşyere; kendilerini severler en çok.  Ruhlarıyla bedenleri ve davranışları pür bir ahenk içindedir.  Önyargıları yoktur henüz o yüzden güvenirler o yüzden elinizi tuttuğunda bir bebek içinize sıcak bir duygu akar, saf sevgi hissettirirler bir anda.
Şarkılara kendilerince eşlik ederler, dans ederler birden uykuları gelince de düşüp uyuyuverirler. Her tür ihtiyacı karşılamak temel görevleridir kendilerine karşı.  Görevlerini büyük bir ciddiyetle yerine getirirler.
Bizler yani artık çocuk olmayanlar, bir sürü şey okuruz, duyarız, öğreniriz, meditasyonlar yaparız, programlara üye oluruz, hem para hem zaman ayırırız başa dönebilmek için. Ruhsal fazlalıklarımızdan kurtulabilmek için. Zamanla üzerimize yapışmış toplumsallaşma hastalığından kurtulabilmek için. Etrafımızla en yakınlarımızla açıkca konuşamayız, direkt konuşmayı kabalık olarak adlandırırız hatta. Duygularımızı küçük kutulara hapsederiz. Ne utanabiliriz rahatça ne eğlenebiliriz ne komik duruma düşüp rezil olabiliriz. Giderek daha fazla karışır herşey; içimizden gelen sesi  bastırır öğrendiğimiz bilgiler. Ama o sesi yok edemediğimiz için ve ahengi tamamen yitirdiğimiz için mutsuzlaşırız, kendi rengimizi yitiririz. Saçma sapan bir renge dönüşürüz.
Bir sürü kitap okuruz bir sürü konuda fikir ediniriz. Hayal kuramayız kuranlarla da dalga geçeriz. Birşeye inanabilmeyi küçümseriz; çığ gibi üzerine gideriz hayalperestlerin hep beraber. Hayaller bile toplumsal olarak kurulmaya başlanır; küçük bir Ege kasabasının İstanbul’a dönüşme riski var sırf bu yüzden.  Çünkü herkes zeytinlik yapmak ister Ege’de bir kasabada. Neyse ki hayallerini takip eden ve gerçekleştiren çok insan yok aramızda. Oyun oynarken birbirimize gireriz, kazanan-kaybeden oyundan bağımsız kavramsal bir tartışmaya dönüşüverir bir anda.
Bir sürü kitap okuruz bir sürü konuda fikir ediniriz. Sevdiklerimize , ailemize, arkadaşlarımıza, sevgililerimize duygularımızı söyleyemeyiz bir türlü istediğimiz gibi, gerçekten hissettiğimiz gibi. Sana ihtiyacım var diyemeyiz; korkuyorum yanımda kal diyemeyiz, kendimi salak gibi hissediyorum diyemeyiz. Dersem beni kullanır, dersem şımarır, dersem gider, zaten biliyor hislerimi gerek yok ki söylememe? Ben emin değilim bunlardan!
 Böcekten korkmak kırk yaşında da olasıdır ya da bir sesten. Tüm korkuların iyileştirilmesi üzerine gidilmesi gerekmeyebilir, belki. Herkes korkusuz olsa korku diye bir kelime hiç olmazdı.
İnsan sadece kaliteli zaman geçirmez sevdikleriyle bazen sıradan şeyler de yapabilir. Bir uçurtma yapabilir satın almak yerine ve uçurabilir.. 
İnsan, kelime haznesini genişletir;  kelimelerin farklı anlamlarını öğrenir; etimolojik kökenlerini bilir ama hayal gücünü giderek küçültür. O kadar bilginin ifade edebileceği sonuç; bitmişlik, mutsuzluk, zevk alamamaya kadar inebilir. Yani velhasıl insan kendini nasıl ifade edeceğini öğrenir de ifade edecek birşeyi kalmaz...
Bir sürü kitap okuruz; bir sürü konuda fikir ediniriz.  Bunları önyargılarımızın obur iştahını tatmin etmek için kullanırız. Daha güvenli bir hayat çizmeye çalışırız, mutluluk sigortaları yaparız. Risk analizleri yaparız. Hatasız, kaliteli, keyifli ve zengin bir hayat için.
Bir sürü kitap okuruz; bir sürü konuda fikir ediniriz. Mesela doğru nefes egzersizleri yaparız, nefesi bile yanlış alırız. Bebekken aldığımız nefestir hedefimiz.  Zaten bildiğin birşeyi hatırlama gayretidir büyümek.  


21 Mayıs 2012 Pazartesi

Severim




(Bu yazı sevdiğim şeyleri hatırlayarak gülümseme terapisi aslında; dolayısıyla aklıma geldikçe güncellenecek...)

Kelimeleri tersden okumayı-beyaz tişörtleri-küçük siyah tokalarla topuz yapabilmeyi-Ayakkabılarımı ters giyip yürüyebilmeyi-Saatleri ileri/geri almayı unutmayı-Yıldızların isimleri hakkında tartışmayı- Sucuklu yumurtada sucukların gevrek olmasını_zeytinyağı ve kekikle marine edilen balıgı_günese bakarken gözün şaşırıp iki üç güneş görmeye başlaması ve mecburen kırpıştırılmasını-bir elbiseyi beğenip üzerime denediğimde tam istediğim gibi durmasını-yazmayı ve çizmeyi-bir kitabın bitmesini istememeyi-film kahramanlarının varlığına inanabilmeyi-çayın tam kıvamında demlenmesini-bir ayakkabıyı ilk kez giymemde bile rahat etmeyi-işini iyi yapan tesisatçıyı-yol sorduğumda bunu görev edinip beni sorduğum yere götüren insanları-hiç ummadığım bir anda hazır cevaplılığıyla beni gülümsetenleri-Yumurtayi tam kayisi kivaminda pisirebilmeyi-denizden cikip patates kizartmasi yemeyi- hafta ici saat calmadan uyanip daha uyuyabilecegimi farketmeyi-soguk su ictigimde ferahlamayi- ayagimin altindaki cakil taslarinin sesini duymayi-sinemaya gidip baska bi hayalin icine girmeyi- bir otobüsü son dakikada yakalamayi- sevdigim birinin yürüyüşünü ezberlediğimi farketmeyi- çok zaman geçirdiğim bir arkadaşla konusmadan yanyana bişeyler okumayı, ama anlaşabilmeyi- bisiklete binmeyi- yaptigim yemeği birinin zevkle yediğini görmeyi- temiz ev kokusunu-yazin soğuk suyla duş almayi- sahilde mısır yemeyi-dansetmeyi- mıhlamayı bir tam ekmekle yemeyi_temiz ve düzgün yerleştirilmiş eşyaların olduğu dolaba bakmayı_bilmediğim bir şarkıyı ilk duyuşta sevmeyi_iki çocuğun birbirini sevip sarılışmalarını_kaybettiğim birşeyi bulmayı_eski şeyleri toplayıp atmayı_günlük yazmayı_yol gitmeyi_kimsenin gülmeyeceği şeylere saatlerce gülebilmeyi_sınırsız geyik yapmayı_şaşırtmayı_güldürmeyi_rüya görmeyi_yalan söyleyip mutlu etmeyi_peyniri_yere paralel zaman geçirmeyi-tv izleyip beynimi boşaltmayı-toz almayı-çantamın içindeki milyonlarca şeyi temizleyip düzenlemeyi-bozuk para biriktirmeyi-kestirme yolları-otoparkta çıkışa yakın yer bulmayı-kalabalık olmayan taksim’i-hikaye anlatanları-gözleri-maymunları-parkları-bilgisayardaki geri al özelliğini-baharatları-özellikle karabiber ve tuzu-sarı evlerin şehrini-spor yapıp ter atmayı-yazlık giysileri-cam açık uyumayı- ilginç kadınlık bilgilerini-portakal reçelini-Gabriel Garcia'nın yazdığı herşeyi-eski yazılarımı okuyup hala beğenmemi-yoluma çıkan bilge yaşlıları-adaçayını-adaya gitmeyi-Aya Yorgi'yi-adadan istanbula bakmayı- Eminönü'nün sokaklarında dolaşmayı-hipilikten vazgeçmemeyi-arkadaşlarımın da büyümemesini-bazen bir birayla sarhoş olmayı-yıllardır görmediğim bir arkadaşımla buluşup saatlerce konuşmayı ve sıkılmamayı-çavdar ekmeğini-bebek saçı kokusunu-lavanta kokusunu-pinokyo kuklalarını-maskeleri-gemileri-bir erkeğin kendini abartırken abartmasını-hiç birşey hatırlamama rağmen tc kimlik numaramı  ve banka müşteri nomu hatırlamamı-tiyatroda oyunu gerçek sanmayı-korku filmlerini-lunaparkları-trenleri-uçakları-havalanlarını-otelleri-birbirinden etkilenen kadın ve erkek jestlerini izlemeyi-biri ağlarken ağlamayı-tembellik yüzünden yemek yapmak yerine kendimi uyutmaya çalışmamı-heryere saçılı ojelerimi-çocuklarla konuşmayı-ıslak saçla uyumayı-kendi kendine konuşmayı-çok sinirliyken susabilmeyi-limonatayı-15 yıldır kullandığım fırınımı-ceviz ve peynir yemeyi-öpüşmeyi-çiçek yetiştirememeyi-ilginç detayları-kısa gezi notlarını yazmayı ve sonra onları okuyarak geziyi hatırlamayı-herhangi birşeyi hatırlamayı-sınırsız olduğumu farketmeyi-artık böyleyim demeyi ve öyle olmayı-dinlenmeyi-menemeni-karpuzu-fesleğen kokusunu-hep aynı yerlere gitmeyi ama sıkılmamayı-bilgisayar klavyesiyle hep aynı harfleri yanlış yazmayı-kalem tutmaktan elimde oluşan izi-kitap almayı- birinin gözünün rengini değil de nasıl baktığını hatırlamayı-yıllardır çantamda not defteri taşıyıcam diyip taşımamayı-kapı açan erkekleri-her yılbaşında karar alıp bi kenara yazmayı-geçmişi karışık ve flu hatırlamayı-bazen güzel bi rüya görürken uyanıp tekrar uyuduğumda devam etmesini-kendi kendime sıkılmamayı-beyaz ve soğuk otel çarşaflarını-kendi kendine uykunu aldığın için uyanmayı-sırt üstü yüzmeyi-başım ağrıdığında uyuyup uyandığımda ağrının geçmesini-şapka takanları-bazen istediğim basit  ama garip birşeyin kısa sürede gerçekleşmesini-gariplikleri-dialektiği-huysuz ihtiyarları-gülmekten diyaframın kasılmaya başlamasını-pilatesi-pilates aşkımdan pilates yazılan tabaklar kelimesini pilates diye okumayı-kahvaltı tabaklarını-kahvaltıyı-türk kahvesini ve telvesini-ince porselen fincanları-loş aydınlatmaları-uykudayken düşüyormuş hissini-rüyada kabus görüp bu bir rüya diyen bilincimin bir kısmını-bilinçaltımın her noktasını-tesadüfleri-mısır patlağını-tersten okunduğunda aynı olan kelimeleri-Aziz Nesin'i-bilinçakışı metodunu-kelimelerle oynayabilmeyi-ofis sandalyesinde kendi etrafımda dönmeyi-pazarlarda dolaşmayı-taze nane,kekik ve derotunu bıçakla keserken çıkan keskin kokuyu-nar ayıklamayı-salçalı ekmeği-ablaaaa diyen kardeşimi-kırmızı ojeyi-Beşiktaş’da dolanmayı-genel olarak dolanmayı-Beyoğlu pasajını-üşenmeyi-daralmayı sonra ferahlamayı- birine birşeyi anlatırken canlandırmalar yapmayı-abartmayı-kot ceketi-fonksiyonel olan herşeyi-Her kadının ayrı bir odası olmalı diyen kadını-ve tabiki Ayn Rand’ı-Rüzgar Gibi Geçti’yi-çok istediğim bir şeyi aldığımda yaşadığım mutluluğu_



korkuyu ve üzerine gitmeyi-psikolijiyle ilgili herhangi birşey öğrenmeyi-öğrenmeyi-meraklı olmayı-araba kullanabilmeyi-çok hızlı konuşabilmeyi-duygularımı ifade edebilmeyi-kendim üzerine uzun cümleler kurmayı-hayal kurmayı-böreğin yanmış kenarlarını yemeyi-simitin susamlarını kemirmeyi-çileği pudra şekeri dökmeden yemeyi-Moda’da dondurma yemeyi-saçımı boyamayı-sembolleri&metaforları-sarhoşken komik olanları-sarhoş olmayı-yüzük takmayı-kumaşlardan anlamayı-terzileri-dikiş makinelerini-Tombi ve doritos'u- pandomimi- geyşaları-japon çizgi filmlerini-Miyazaki’yi-karnımdaki kelebekler hissini-anları-kepçe kulakları-fırlatılmış kedi sendromunu- sb el rahatsızlığımı-kendi kendime yaptığım kısaltmaları-ironiyi-hikayeler uydurmayı-çiçek desenini-rahat iç çamaşırlarını-beyaz gömleği-birinin neler sevdiğini tahmin edebilecek kadar tanımayı- bir insanı gerçekten tanımayı-sevginin büyüklüğünden kızamamayı-heyecanlanmayı-hıçkırmayı-hıçkıran birini korkutmaya çalışmayı-severek bişey yapmayı-palyaçoları-sefertaslarını-cam bardakları-camı- kapıları-limon kolonyasını-eski kolonyacılardaki pompalı kolonya şişelerini-şeker kaşığını-çillerimi-aynayı-bileğimdeki ben olup olmadığına emin olmadığım şeyi-tavşanları-işini seven bir erkeği-konuşan bir erkeği-limonlu tatlıları-hiçbirşey yapmadan ve düşünmeden saatler geçirmeyi-Oblomov’u-Alis’i-çello sesini-erkek oyuncu sesini-denizi görmeyi-insanlık zekasını farketmeyi-amigdalamı-Tavla oynamayi-bulmaca çözememeyi-koltukta uzanirken bir bacagimi koltugun arkasina uZatmayi-Hayat Ansiklopedisi'ni-sarhoşken mantıklı konuşmaya yada düz yürümeye çalışmak için kendimi zorlamayı ama başaramamayı- utangaç erkekleri-izlemeyi-birini veya birşeyi gözlemlemeyi- taksiye binmeyi-terbiyeli tavuklu şehriye çorbasini- tüm çorbaları-domatesi-beşamel sosunu topaklanmadan pişirebilmeyi-Grup psikolojisine girememeyi-maç izlerken kaşınmaya başlamayı-Leman ve penguen okumayi-işaretleri-Almodovar filmlerini-Paul Auster'ın hayati tesadüflerini-ip cambazlarını-sirkleri-tuzlu fıstığı kabuğuyla yemeyi-biriyle aynı anda aynı kelimeyi söylemeyi-çöp kutularından fırlayan kedileri-sokaktaki afişlerden şehirde neler oluyor bilgisini öğrenmeyi-post-itlere yazılan güzel notları-ekşi sözlük okumayı-yaz'ı-sürpriz yapabilenleri-hatıra defterlerini-kalabalık bir salonda konuşma yapan ve tüm salon tarafından alkışlananları-gezi programlarını-yemek tarifi okumayı-basit ifadeler kullanılan etkileyici şiirleri-korku filmlerini-insan formunun bozulduğu gösterileri-akrobasiyi-olayların tüm  detaylarını unutup hissettiğim şeyi net olarak hatırlamayı-eski tost makinelerini-saat mekanizmalarını-kadınların mutfak sohbetlerini-açık hava konserlerini-kız arkadaşların aynı anda farklı şeyler hakkında konuşup yine de anlaşabilmelerini-Aydın Boysan'ı_Tarık Minkari'yi-Betül Mardin'i-yaratıcı herkesi-.yazın esmerleşen teni_yaz yanıklarımı soymayı-yolları_güvercinleri_ Üsküdar-Beşiktaş motorlarını_Barbaros Bulvarının tepesinden kız kulesini görmeyi_sanatçıları_boşlukları-ağaçların isimlerini bilen insanları-yaşlıları-hikaye anlatıcılarını-hikayelere inananları- konuşurken biraz abartmayı-birden eski birşeyi hatırlayıp kendi kendine gülmeye başlamayı_yıllardır yazı yazmak için aldığım küçük defterleri_el yazısı güzel olanları_aşı izlerini_Tarantino filmlerini_hikayeleri_Oğuz Atay'ı_İtalyanca öğrenmeyi_tiyatro kurslarını_doğaçlama çalışmasını_aktarlardan alınan yağlardan mutlu olmayı_eski kapıları_yüksek tavanlı binaları_İstanbul Modern'i_her konuda eser veren çok yönlü sanatçıları_mimarlık hakkında birşeyler öğrenmeyi_ağlamaktan hiç utanmamayı_utanabilmeyi_kitap arasında çiçek kurutanları_kelimelerin ikincil /üçüncül anlamlarını_sek sek oyununu_ağaçlara tırmanmayı_yazarların kişisel hikayelerini_karadut reçelini_yıllardır aynı garsonun çalıştığı kafeleri_alışkanlıkları_ani değişiklikleri_sevgililer arasında zamanla kurulan ortak dili_birlikte yaşayanlarda bir süre sonra benzer hayati semptomların görülmeye başlanmasını_işini severek yapanları_evde turşu, yoğurt ve reçel yapanları_arkadaşımla birden spontane bir oyun oynamaya başlayabilmeyi- çok acı olaylarla dalga geçerek başedebilmeyi-mistik şeylerin varlığına sorgulamadan inanabilmeyi- köprüden geçerken dilek tutmayı- gündüz çok yüzdüğümde gece uyurken hala denizdeymiş gibi hissetmeyi-romantik hayallerden vazgeçememeyi-kitaplara filmelere inanmayı-İtalyanca konuşmayı-tanımadığım insanlarla sohbet etmeyi-trenle giderken camdan geçen ağaçları saymayı-bilet almayı-parmaklarımı-bohemliği-çingene ruhlu arkadaşlarımı-kitap yazma hayalimi-gidemediğim Tibeti- İtalyanın tüm sokaklarını-Londra'da parklarda uzanmayı- Çok açken yemek yediğimdeki mutluluğu- kestirme yolları bilmeyi-bir şehri keşfetmeyi-nazik adamları-sevdiklerime yemek yapmayı- hatalarımda kendimi haklamayı-pişman olmamayı-özgür iradeye inanmamı-ağaçları-bisikletleri- dünya haritalarını-hayali olan insanları-şehirdeki billboardlardan neler olup bittiğini öğrenmeyi-okumayı-yazmayı-konuşmayı-vazgeçebilmeyi-hak idda etmemeyi-gerçek sevgiyi-iyi dikişi- esnaf sohbetlerini- Karadenizlilerin espri anlayışını- Mardin sokaklarından görülen Mezopotamya manzarasını-taş evleri-yaşlı köpekleri-fonksiyonel makineleri-telefonla konuşurken sebepsizce sandalye şekli çizmeyi- çiçeklerle konuşmayı-kendi kendime sınavlar yapmayı ve geçmeyi-romantik olan herşeyi- İspanyadaki tapasları-  


Severim ben






16 Mayıs 2012 Çarşamba

İçimdeki Cüce

Huysuz, öfkeli, fevri ve fakat iyi kalpli bir cüceyle yaşıyorum son 20 yıldır. Cücemi biraz tasvir etmem gerekirse sizlere; onu gözünüzde iyice canlandırabilmenize faydası olabilir;  “20 cm boyunda; monçiçiler gibi kulakları olan ve küçük bir kuyruğa sahip, koyu turuncu renkte, tüysüz, pörtlek gözlü, kısık sesli ve iki sivri ön dişe sahip kocaman bir ağzı olan” bir cüce diyebilirim onun için..  Sabahları diğer zamanlara kıyasla biraz daha huysuz, birşeye kafası atınca dağ taş gibi sessiz, hiç bir şartta eğilmeyen bükülmeyen,  ne yapsam tatmin olmayan, adeta benimle kavga etmekle beslenen, uyumayan uyanmayan bir cüce diyebilirim.  Hatta bazı günler onu kendi gölgesiyle kavga ederken gördüğüm bile oluyor... Gölgesini yakalamaya çalışıyor başaramayınca da bağırıp çağırıyor ona.


İçimde kuytu bir köşede evi var; bilmediğim renklerde, rengarenk.   Cücem, evinde zaman geçirmeyi pek sevmiyor .. İşi gücü beynimin içinde düşüncelerimin arasında dolanıp ortalığı birbirine katmak. Hiç aklımda olmayan eski anıları bulup bir yerlerden ortaya çıkarıveriyor durup dururken.. “Şapşal mısın? Bunu nasıl unutabilirsin?” der gibi.

Kalbimle beynim arasında dolaşıp bütün gün söyleniyor durmaksızın.  Bir de bitmek bilmeyen soruları; neden’leri, nasıl’ları ve ne’leri bazen onu kocaman bir soru işareti olarak görüyorum. Emin olduğu çok az şey var; merak ettiği ise binlerce şey....  
Dayanamadığım ve sabrımı tükettiği anlarda ona çığlık çığlığa bağırmak istiyorum fakat insan içine doğru nasıl bağırabilir, bilemiyorum...  Olağanüstü ve hayati konular olmadıkça pek şiddet eğilimi göstermesem de zaman zaman ona vurmayı bile düşündüğümü itiraf etmek zorundayım. 

İn misin cin misin? Derdin ne benimle? Kim koydu seni benim içime? Sensiz de olamam bu saatten sonra; ama lütfen biraz nefes aldır bana. Nasıl tatmin edebilirim seni, daha ne kadar değişebilirim,  gelişebilirim, büyüyebilirim. Hep şikayet ediyorsun, hiç tatmin olmuyorsun. Oysa biraz empati yapabilsen, bana ne kadar haksızlık ettiğini göreceksin.. Aslında ne kadar yol katettiğimi anlayıp bir soluklan diyeceksin sen de... Ama yok kuzum, nerde ? Hep burun kıvırma, hep şikayet ve tatminsizlik hissi. Bir ödevimi bitirir bitirmez yeni bir ödev vermezsen bana rahatlayamazsın;rahat duramazsın.. Planlar kurmazsan, tuzaklar yapmazsan kurtlanırsın içimde. Bıraksan bir nefes alsam bir dursam etrafıma baksam. Kendimi diğerleriyle kıyaslayıp biraz yavaşlasam sadece kendime odaklanmasam.  Hani çok moda ya bugünlerde; "an’da kalsam". Sen de biraz uyusan içimde öylece sessiz sakin. Ayaklarımızı uzatsak; bir ağaç gölgesinde sen hamağa uzansan ben seni sallasam, sonra sen uyusan, uyuşsan...  Sana da bana da iyi gelir;  belki öfken bile diner biraz, kim bilir?
Yılllar yıllar önce ben bir masal sanarken henüz hayatı bir aynada görmüştüm seni; aynadaki cinlere inanırdım şüphe duymazdım... Başıma ne bela aldığımı öngöremeden sana kapımı ardına kadar açtım. Ama cin'cağizim bizde misafirliğin bir adabı vardır; sen hiç nasiplenmemişsin malesef adabı muhaşeret denilen zaman zaman işe yarayan sinsileden. Bir geldin, pir geldin; bir güzel yerleştin içime.... İçimde bir ev kuracak kadar kaldın. Aynada seni ilk gördüğümde ağzını hafif aşağıya sarkıtarak beğenmez bir edayla bana bakmıştın; çocuktum, kavrayamamıştım. Ama hatırladığım bir memnuniyetsizlik kaplamıştı içimi o gün. Kendimi beğenemedim uzun yıllar senin yüzünden. Hep bir soruna odaklandım baktıkça aynaya.  Oysa küçük cücemdi gördüğüm, kendime bakamadım senin yüzünden yıllarca.  Her nasıl olduysa bir yolunu bulup barıştım kendimle aynada. Baktıkça daha güzel gördüm kendimi. İnsanın aynada sadece bedenini değil de ruhunu görmeye başladığı nokta kendiyle barıştığı ana denk geliyor; ayna da bu barışın şahidi oluyor. 
Cüce hiç uslanır mı? Bu sefer davranışlarıma, hayatımda nasıl durduğuma taktı kafayı? Öyle misin, böyle misin? Niye kendini ifade edemiyorsun? O bu sevgiyi hak ediyor mu? Neden eşit ilişki kuramıyorsun? Neden verdiklerini geri istiyorsun? Sen kendini ne sanıyorsun? Tabi bir de bıkmadan usanmadan sorduğu cevaplarımdan bir türlü tatmin olmadığı "sen kimsin" sorusu. Cücemin soruları ve beynimin karıncaları.. Ne öldüler, ne öldürdüler beni.. Duymazdan gelmenin mümkünatı yok; cüce yedi gün 24 saat iş başında.. Benim haberim olmayan herşeyin o muhakkak farkında. Bazen rüyama giriyor, bazen yanlışlıkla ağzımdan çıkıveriyor dil sürçmesi şeklinde. Bütün gerçekleri ama özellikle unutmak istediklerimi bana unutturmuyor. 
Ne diyebilirim ki; onun da varoluş meselesi bu temele dayanıyor. Birbirimizle iç içe yıllardır gidip geliyoruz işte. Amma ve lakin ben artık cücemsiz de olamam biliyorum. Bu yüzden artık onunla kavga etmekten vazgeçtim. Vazgeçmek ne büyük rahatlamaymış meğer. O konuşuyorsa vardır bir bildiği diyorum; huysuz falan ama asıl istediği benim mutluluğum biliyorum. O da eskisi kadar acımasız değil söylemlerinde. Birbirimizle hasbıhal ettiğimiz anlar bile oluyor. Onun o huysuz halini seviyorum. Eskiden suratını dağıtmak isterken şimdi o suratta kendimi görüyorum.